Nuran YILDIZ

Sabah Gazetesi - Arşiv

Lider eşlerini ne yapsak?

Bakan Çubukçu, Baykal için "Eşiyle akşam yemeği bile yemeyen, yanında götürmeyen biri" deyince Baykal "Olcay sepet mi ki ben onu yanımda taşıyayım" yanıtını vermiş. Kabinenin iletişimi en sorunlu bakanlarından olan Çubukçu'nun düşünmeden konuşması tartışma yarattı.
Zaten Türkiye lider eşlerinin nerede ve nasıl duracağı konusunda pek şanslı sayılmaz. Bu şanssızlık Mustafa Kemal'in Latife'sinden başlar. Bugün devam eder. Başarılı lider eşi diye bildiğimiz Berna Yılmaz bile ANAP'ın Mahsun Kırmızıgül'lü başarısız kampanyasının altındaki isim. Çiller ise Özer'den az çekmemişti. Özal'ın Semra'sı az mı sorun yarattı? Ecevit'in Rahşan'ı temel meseleydi. Demirel'in Nazmiye'si en kendi halinde olandı herhalde.
Bugünkülere ne demeli? Olcay Hanım'ın tercihlerine saygı duyalım elbette ama modern cumhuriyet kadını figürü olarak bazen eşinin yanında durması gerekmez mi? Erdoğan'ın eşinin her yerde karşımıza çıkması abartılı değil mi? Bahçeli'nin zaten yok. Mumcu'nun eşi ideal eş olmaya yakınken nedense bu imaja uzak duruyor. Ben en çok Ağar'ın eşi Emel Hanım'ı severim. Keyifli kahve sohbetlerine bayılırım. Zarafeti ve sıcaklığıyla eşine daha çok puan kazandırabilir sanki. Yeni siyasette liderler eşleriyle bir bütün ve birlikte tasarlanmaları lazım.

Herkes kendi işini yapsın!

Herkes her şeyi biliyor. Uzmanlık çağından karmaşa çağına çabuk atladık. Ancak Erdoğan'ın " Kurban olam ayına yıldızına " bilboard'ları üzerine yazılanlar siyaset sahnesini komediye çevirince "herkes kendi işini yapsın" demek bana düştü.
Mesela bir gazetede iki yazar var. Biri popüler olmak adına önüne gelenin sırtına sözcükleri saplayarak besleniyor. Siyaset yazmaya kalkınca milliyetçiliği patlama olarak yorumluyor. Dahası yalnızca gençlerde ve Türklerde patladı sanıyor.
Bir yazarın malzemesi "hır çıkarma" olunca milliyetçiliğin tüm dünyada yükselen bir trend olduğunu bilmemesi doğal. Değişimin hızlandığı, kaosun çoğaldığı şimdiki zamandaki karşılığını da... Bu yükseliş, bir ırmakta akıntıya kapılanların kurtulmak için buldukları bir kaya parçasına tutulma hissine benzer. Bilmez.
Diğer yazar sırça köşkünde, bir tek siyasal iletişim başarısı ortaya koymadan, eskimiş bilgilerle danışmanlık yapar. Erdoğan'ın "kurban olam" söylemini yorumlayınca durum fena. Son yıllarda ayyıldız dışında bir tek ortak değer yaratamadığımızı bilmez. Dolayısıyla bu billboard'ların AB sürecinde yıpranan imajları tamir çabası olduğunu da... Bu elbise Erdoğan'ın üzerine oturmazmış. Bu yazarların "avam" buldukları seçmenin kodlarını anlamaları da beklenemez.
Özgü Namal'ın vamp olamayacağını belirtip, sözüm ona imaj danışmanlığına da soyunan bir büyük gazetenin yazarına ne demeli peki? Neden aynı öğüdü kendisine de vermez? Kırk yıllık politika yazarı magazin yazmaya başlayınca komik olduğunu neden fark etmez?
Sözün özü, "en büyük fazilet kendini bilmektir" ama bu söz, fazileti yalnızca kadın ismi sananlar için anlamsız. Herkes kendi işini yapsın, lütfen!

Murat Bardakçı'ya hoşgeldin ve Deniz Seki

Murat Bardakçı Sabah'ta. Mikro tarih bilgisiyle tarihle mesafemizi kapatan gazeteci. Aynı gazetede yazmak keyif olacak. Bardakçı'ya hoşgeldin demek için bir tarihsel metin alıntısı yapmak istedim; o alıntı da beni Deniz Seki'ye götürdü. Alıntı Nasurriddin T'den:
"Avradın dört nesnesi yuvarlak gerek: yüzü, gözü, topukları ve bilekleri. Avradın dört nesnesi geniş gerek: alnı, gözleri, göğsü ve butları. Ve eti dahi değirmi (yuvarlak) ola. Ve yürüdüğü zaman, kalçasının etleri deprene."
Alıntıda erkeklerin Deniz Seki'de ne bulduğu sorusunun yanıtı da var sanırım. Seki, kısa boylu, yuvarlakça bir kadın. Ama erkeklere çekici geliyor. 13'üncü yüzyıl nere, 21'inci yüzyıl nere. Hep derim güdüleri en yavaş değişen canlı türü erkeklerdir diye.

Aziz Yıldırım'ın danışmanı

Bir genel yayın yönetmeni var. Boş zamanlarında Aziz Yıldırım'a strateji danışmanlığı yaptığından neredeyse eminim. Yıldırım ne zaman önemli bir karar alacak olsa öncesinde o genel yayın yönetmeniyle yemekte görülüyor.
İyi de yapıyor. Beşiktaş'ın, Galatasaray'ın başkanlarının "laf olsun torba dolsun" yaklaşımının yanında Yıldırım bir genel yayın yönetmeninden destek alıyor.
Bu desteğin vardığı son noktayı bayramda gördük. Genel yayın yönetmeninin damadı soruyor: "Bugün önünüzde iki seçim olsa. Biri siyasi; İstanbul Belediye Başkanlığı, bakanlık, başbakanlık gibi. Bunu mu tercih ederdiniz, yoksa FB Başkanlığını mı?" Yanıt net: "Tabii ki FB başkanlığını." Sanki iki şık birbirine eşit? Sanki diğer şıkkı seçse olacak? Genel yayın yönetmeni biri imkansız, biri mevcut iki şık arasındaki bu komik seçimden 8 sütuna başlık çıkarıyor. O ki, iletişim yönetiminde deha olarak bilinen biri.

Bush, Saddam ve imajlar

Birkaç gün önce Fatih Altaylı şöyle yazmıştı: " Bush yönetimindeki ABD yıllardır halkla ilişkiler ve imaj açısından yerlerde sürünüyordu. Şimdi yerin de altına girdi ." Saptama doğru.
ABD'nin başkanlık sistemi, başkanın kurumsal dengelerle çevrilmiş sembolik değerine vurgu yapar. Kişi öne çıkınca, uzmanlık önem kazanır. Başkan danışmanlar ordusuyla beslenir. Danışmanlar iyiyse sonuçlar, imajlar onaylanır olur. Tersi durumda ise Bush'un ve ABD'nin düştüğü durum gerçekleşir.
Beyaz Saray'ın en başarılı iletişim danışmanı David Gergen'di. Onun liderler için 7 kuralından biri sağlam ve akıllı danışmanlarla lideri çevrelemekti. Nixon, Ford, Reagan ve Clinton'la çalışan Gergen'in ölümüyle oluşan boşluk henüz doldurulamadı. Clinton ilk seçildiğinde Gergen, Beyaz Saray'dan uzaklaştırılmıştı. Clinton kötü sınav vermeye başlayınca yeniden göreve çağrıldı. Muhafazakar bir toplumda en zampara başkan olduğu halde en sevilen başkan olması böylelikle sağlanmıştı.
Gergen, Beyaz Saray'da olsaydı büyük olasılık Saddam'ın idamı bir imaj krizine dönüşmeyecekti. O medya aracılığıyla izlenen ölümlerin izleyicide yarattığı hissi bilirdi. Medya, Saddam'da olduğu gibi, halkına zulüm edenden kahraman yaratmak için işleyebilir. İzleyenin tanıklıktan doğan suçluluk hissi kahramanlığın verimli tarlasına dönüşebilir. Üstelik ekranda ölümün defalarca tekrarı ölenin yaşamasına hizmet eder. Çünkü gerçek ölüm bir kezdir. Ve Beyaz Saray'da bu iletişimsel ayrıntıları fark edecek kimse yok.

Mutluysan selam vermesen de olur

Onca karamsarlık içinde Fiat'ın yeni yıl reklamı ruh halimize iyi geldi. "Eğer sen de mutluysan selam ver" konulu TV filmi çok pozitif. Kendimizi bu cıngılı mırıldanırken yakalayabiliyoruz. Dahası "Fiat kullanan herkes mutludur" klasik yaklaşımına düşmemişler. Daha gerçekçi olmuş. Zorlasak mutlu değilsen Fiat'ta işin yok anlamı bile çıkar.
Fiat kullansak da kullanmasak da yeni yılda bulaşıcı bir cıngılla mutluluğu mırıldandık. Sözleri biraz değiştirelim: "Sen de mutluysan selam vermesen de olur!"

AKLIMDA KALAN

Akbank'ın yeni reklamı. İkinci versiyon daha eğlenceli. İlki taklit tartışmaları arasında kalmıştı. İkincisi çay bardağından balığa, uğurböceğinden uçurtmaya kadar daha eğlenceli ve renkli. Ancak "Türkiye'nin yenilikçi gücü" sloganı bu reklamın sonunda eğreti duruyor. Yalnızca Akbank yazsa daha kurumsal duracak gibi.
Kolej denince akla TED'in gelmesi. "En köklü kolej" dendi. "Ankara'da" dendi. Bu ipuçları bir yana, yalnızca kolej dense aklınıza TED gelmez mi? Taşınması zor ve titizlik isteyen bir durum. Uyuşturucu skandalıyla ilgileri olsa da olmasa da TED yönetiminin duruşu önemliydi. "Evet, o kolej biziz ve üzgünüz. Disiplin kurallarımızı yeniden gözden geçireceğiz" denebilirdi. Ya da "hayır, sorunun bizimle ilgisi yok ancak bizimle ilgisi varmış gibi kendimizi gözden geçireceğiz" denmeliydi. Savuşturan ürkek bir açıklama TED'e yakışmadı.
"Vaat, dönemeç, prestij". İki sihirbazın amansız rekabetini konu alan sarsıcı "Prestij" filmi sihirbazlığın üç evresini açıklayarak başlıyor. Her gösteri sıradan bir şey hakkında bir vaatle başlar, o sıradan şeye dönemeçte sıra dışı bir şey yaptırılır, prestij denen son bölüm ise sürpriz ve alkışla biter. Bu üç evrenin kurumsal ve siyasal iletişime uygulanabilirliği zevkli bir zihin jimnastiği yaptırdı bana.

(Sabah Gazetesi 07.01.2007)