Nuran YILDIZ

NEREDE KALMIŞTIK?

----- 17.10.2010 - 21:35 -----

Arayı uzattım farkındayım. Bir kısmınızın “Antalya’ya gidiş, o gidiş” dediğinizi duyar gibi oluyorum. Sanırım biraz sizin sabrınıza güvendim, yazmak yerine düşünmeyi, konuşmak yerine dinlemeyi seçtiğim bir hafta geçirdim.

Yazmayınca insan, bir de konuşmayınca… Biriktiriyor. Biriktirdim. Bir kısmı bana kalacak birikenlerin, bir kısmını sizle paylaşacağım.

47. Uluslararası Antalya Film Festivali’ne gidip, konferansımı verip o film senin, bu film benim gezeceğimi sanıyordum. Ruhum sinema salonlarının en kıymetli koltuklarına kurulmuştu çoktan.

Heyhat… (Türk filmi sözcüğü gibi oldu ama evet, heyhat…)

Kendimi Kusturica krizinin ortasında buluverdim. Hatta bir ara, Büyükşehir Belediye Başkanı Mustafa Akaydın Hocaya krizi çözme işinin ortasında “Üzülmeyin, böylece Antalya’da festival olduğunu tüm dünya da duymuş oldu” tesellisinde bulunurken yakaladım ben beni.

Konferans saatim geldiğinde nasıl heyecanlandım anlatamam. AKM-Perge Salonu’nun ön sırasında kimler oturmuyordu ki? Büyükşehir Belediye Başkanı Mustafa Akaydın ve eşi, Müjdat Gezen ve sevgili kuzeni Mehmet Bey, Can Ataklı, Ümit Zileli…

Arka sıralarda bir kısmı politikadan bir kısmı bu web sitesinden dostlarım… Kerem Bozkurt ve muhteşem ailesi. Eşi Neşe, ve kızları Beliz ve Serra. Onlar benim okurlarım. Sözleşmiştik, soru-cevaba süre yetmediği için biz sohbetle tamamlayacaktık. Olmadı… Beni evlerine davet ettiler! Kimi evinize davet edersiniz? Sevdiğiniz, güvendiğiniz, sakınmadığınız insanları… İşte onlar da beni davet etti ama olmadı:(

Nasıl başlasam derken Müjdat Gezen’in muhteşem komplimanı ile erime haline geçişim…

Konferans sonrası bir star muamelesi görmem ve “müthişti” fısıltılarını bu kulakların duyması… İnsanı havaya sokucu bir yığın şey…

Sonra o film senin, bu film benim kendimi sanat-kültür turlarına vuracaktım ki, ancak birkaç tanesini görebildim. Çünkü hastalandım!

İlk birkaç gün ayakta sersem gibi dolandım. “Ateşim var” diye sızlandım. Can Ataklı elini alnıma götürdü “Evet, paçavra ateşi bu” dedi. Nasıl yani? Paçavra ateşi yatırmaz, süründürürmüş.

Öylece havaalanına geldiğimizde, 11.40 Ankara uçağının rötarla 14.40’da kalkacağını öğrendik. Havaalanına 10.00’da gelen bizler, yaklaşık 5 saat oralarda süründük. Yatırmayan paçavra ateşi böylece yatırmış oldu. Koltukları yan yana koyduk uzandım, bekledik. Bu satırları yataktan yazıyorum…

Bu arada, havaalanının orta yerinde çok değerli bir adamın ellerimi tutarak “Ben size aşık oldum” iltifatına nail oldum. Beğenilmek de değil, aşık olunmanın şımartıcı etkisi başka oluyor bu yaşlarda:))

FESTİVAL FİLMİ İZLEDİM, BANA YAKLAŞMAYIN!

Ne zaman bir festival filmine gitsem “bir daha asla” derim. “Beni bir daha kimse bir festival filmine götüremez” diyorum. O kadar kararlı bir ifade. Her defasında da kendi kendimi festival filmine götürürken yakalıyorum.

Ve her defasında kafama aynı sorular doluşuyor;

İzleyenleri karamsarlığa sürüklemek festivale katılmak için filmlerde aranan şart mıdır?

Her festival filminde ya ayrımcılık ya da cinsel istismar olmazsa olmaz mı?

Uzun, sessiz, kasvetli sahneler bu filmlerin değişmez formatı mıdır?

Neden her festival filminde mide kaldıran bir sahne mutlaka vardır?

Yürürken çıkan sesler ya da soluk alıp vermeler ne diye kulağımızı tırmalamak zorundadır?

Bağlasan ancak durur şekilde filmi izleyenlerin sayısı iki elin parmakları kadarsa neden böyle filmler yapmakta ısrar edilir ve bu filmlerden nasıl para kazanılır?

Neden kolay anlayacağımız bir final sahnesi olmaz da, izleyiciye nasıl anlarsan anla türünden suça teşvik ettirici bir final olur?

Ve neden filmin adıyla filmde olup bitenler arasında bir bağ kurmak için izleyici debelenip durmak zorunda kalır?

Sonuç, sabun köpüğü filmlerle bunalımlı festival filmleri arasında bir yer yok mudur?

NEREDE OLDUĞUN DEĞİL, KİMİNLE OLDUĞUN…

Antalya Film Festivali konuklarını Ramada, Porto Bella, Dedeman ve HillsideSu’da ağırladı.

HillsideSu’da kalanlar arasındaydım. Nam-ı diğer “Türkiye’nin en romantik ve de en lüks oteli.”

Aklımda Ayşe Arman’ın otel hakkında yazdığı baştan çıkarıcı cümleler kalmış.

Kapıdan girdiğim andan itibaren etrafta romantizm arıyorum, yok. Her yer bembeyaz. Çalışan herkes tepeden tırnağa beyazlar içinde. Kendimi tutamıyorum “morg gibi” diyorum. Birkaç görevli duyuyor. Sonra eğilip yanımdakinin kulağına fısıldıyorum: “Bence buranın tasarımcısı kesinlikle bir doktora görünmeli”, çünkü öbür tarafla ilgili bir takıntısı olmalı bilinç altında. Beyazı bozan, güzelleştiren ışık oyunları var neyse ki…

Hemen Ayşe’ye mesaj atıyorum: “Arkadaşım bu otel senin anlattığın gibi değil, beni ve okurlarını kandırdın!”

Yanıt anında geliyor, Dubai’den: “Her şey kendini nasıl hissettiğinle alakalı. Huzursuzluk filizleri varsa içinde, cennette olsan kaç yazar? Ben Ömer’le (aşık olduğu kocası) birlikteydim o otelde.” Hemen ardından bir mesaj daha geliyor: “Zaten canım sıkkın, bir de sen sıkma, git mohito iç bir tane.”

Ayşe’den zılgıtı yedikten sonra otelin tadını çıkarmaya karar veriyorum. Odama giden koridorda, daha önce orada kalan starların gerçek boy fotoğraflarının önünden geçiyorum. Kevin Spacey, Michael York, Sophie Marceau, Isabella Ferrari, Adrian Brodi, Mickey Rourke, Bo Derek, Cameron Bailey…

Hepsi iyi hoş da, tam benim kapımın karşısında Ömer Karacan’ın fotoğrafı duruyor. Ne zaman kapıyı açsam, adam kapıya dayanmış sırıtıyor. Bendeki de şans, Kevin Spacey yan kapının önünde dururken benimkinde Ömer diye anlam veremediğim bir adam… Katlandım işte.

Odalarda beyaz ve aynalar birbirinin içine geçiyor. Ne tarafa baksam, kendimden sonsuz tane görüyorum. Karşılıklı ayna etkisi. Su içiyorum, sonsuz sayıda su içen ben dolduruyor odayı… Narsistler için bulunmaz ortam! Otel tasarımcısı doktora gitmeli!

Diyeceğim o ki, çevreye kafayı takmamak ya da gördüğünüz her şeyi sanki sizi mutlu etsin diye oluşturulmuş sanmak için yanınızda mutlaka sevdiğiniz birinin olması gerekiyor.

OKURA NOT:

Üç çok önemli adamla tanıştım ve hatta tanışmaktan öte, kanka olduk sayılır üçüyle de. Deniz ve güneş çarpıyor haliyle, eğlenceli ve güzel kadınlar yanımızdan akıp giderken bu adamlar benimle kalmayı seçiyorlar… Tabii ayrı ayrı zamanlarda. Üçü de birbirinin tam zıddı. Birisi fazlasıyla saygın bir kalem, diğeri sinema dünyasının en büyük aktörü, öbürü sanat dünyasının medarı iftiharı. Onları sonraki yazıda anlatmam lazım.

AKLIMDA KALAN

Bir selamlama ki, o kadar uzak ve derin: Festivalin ikinci akşamı. Onur ödülleri dağıtılıyor. Ödüllerden biri Necmettin Çobanoğlu’na gidiyor. 30’un üzerinde filmi var. “Yol” filminde Yılmaz Güney’e eşlik ediyor. Ama bir aktörden daha çok sinema emekçisi gibilik var duruşunda. Mütevazı, utangaç. Altı çizili bir “Ben buradayım” duruşu yerine, “Ben buradayım ama görmezseniz de olur” duruşu var. Sine-Sen yöneticiliğinden 12 Eylül döneminde hapiste. Sinema sanatçılarını örgütleyen bir solcu. Bugün sinema sanatçıları lime lime. Ödülünü aldıktan sonra iki cümlesi vuruyor beni. Biri salondakileri selamlama: “Merhaba dostlar!” diyor. Üzerine basa basa. İçinin taa derinlerinden getirerek. Ben bu selamlamayı çok eskilerden anımsıyorum. Devrimcilerin gönül bağının duyulur hali. İkinci cümlesi ise “Söyleyecek çok şey var ama burası yeri değil.” Bu cümle çakılıp kaldı zihnime.