Nuran YILDIZ

SÖZÜN YÜKSELİŞİ

----- 08.11.2010 - 00:01 -----

19. yüzyıl “akıl”ın, 20. yüzyıl “eylem”in, 21. yüzyıl ise “söz”ün yükseldiği yıllardır.

“Akıl” kendisini “söz”le dışa vurmuş, “eylem” ise “söz”ün güdülemesiyle oluşmuştur.

Yeni zamanlarda ise “söz”, doğrudan kendini gerçekleştiriyor, kendi gerçeğini yaratıyor ve sonuçta da kendi başına bir gerçeklik oluyor.

Bir başka boyuttan bakıldığında ise 15. yüzyıla kadar “birinci sözel dönem”, 15. yüzyıldan bugüne ise “ikinci sözel dönem” ayrımı yapmak mümkün. İlk dönem “söz”ün kayıt dışılığıyla, ikinci dönemde “söz”ün ortama (kağıt, kitap, bilgisayar vs.) kayıtlılığıyla karakterizedir.

Biliyorum bu kadar soyut ve karmaşıkmış gibi görünen cümlelerden hoşlanmıyorsunuz. Net, anlaşılır, somut “söz”ler seviyorsunuz. Kim sevmez.

“Söz” üzerine yazmak istedim çünkü, Haluk Bilginer “Türkiye’de siyaset konuşuluyor. Ama siyaset yapılır, konuşulmaz,” demiş.

Serde siyaset ve iletişim olunca yanıt vermek de gerekli oldu. Bilginer yanılıyor. “Çıktı”lar üzerine kafa yoran bir sanatçı olarak yanılması da doğal.

Gerçek şu ki, bugün ABD’den Fransa’ya, İngiltere’den Türkiye’ye siyaset söze dayalı yapılıyor. Söylenenlerin kararlara, dolayısıyla eylemlere dönüştüğü oranda da halkın desteği kaybediliyor.

İnsanların iyi şeyler duymaya, iyi şeylerin yapılmasından daha hevesli olduğu açık. Bu durumu açıklayıcı pek çok psiko-sosyal gerekçe var.

Şimdiki zaman siyasetinde “iyi anlatıcı”, “sözün efendisi” olmak kendi başına bir varlık nedenidir.

Bakınız Obama olayına. “Değişim” sözüne tutunarak oturduğu koltuk değişimin gereklerini yapmaya başlayınca sallanmaya başladı.

Obama, akıllı siyasetçi ve ekibi olarak, bu sallantıyı doğru yorumlar ve yeniden eylemden söze/söyleme dönerse yeniden rahatlıkla yükselebilir. Kolay.

O kadar uzağa gitmeye de gerek yok, bakınız Erdoğan’a. Ne kendisinin ne de ekibinin “yapabilme/eylemde bulunma” odaklanması yaşadığını söyleyebiliriz.

Erdoğan “söz” dalgalarında sörf yapabildiği için yükseliyor. Sözün gerçekliğinin hiçbir önemi yok. Tam tersine, gerçek olmayan ama gerçekmiş gibi olan, gerçeğe tercih ediliyor. Zamanın ruhu bu. Dolayısıyla Erdoğan iktidarını bitirmesi muhtemel muhalefetin “söz”ün ustası, efendisi olması hasletleri, daha rasyonel siyasi kararlar üretenlerden daha akla yakındır.

Dinin gücü, sözden başka neyle ifade edilebilir? Mırıldanan duaları çıkarırsanız geriye kalan, bedenin hareketlerinin anlamsızlaşması değil midir?

Birisi çıkıp şunu söyleyebilir mi?: “Kuran sözü söylenmeden de eyleme dayalı ibadet edilebilir.”

Milliyetçilik ırk, kan gibi somut veriler üzerinden değil, üretilebilen soyut sözler içinden yükselebilir. Nazizm’in yükselişinde “ırk” vurgusundan daha çok “ideal ırk” vurgusu önemli değil miydi?

İki örnekle bu yazıyı bitireceğim;

İlki Mitterand’dan. Fransa’nın sevilen ve unutulmayan Cumhurbaşkanı, seçildikten sonraki ilk önemli konuşmasına hazırlanırken danışmanları bir cümlede takılıp kalıyor: “Fransa insanlığın önünü açmalıdır” mı demeli, yoksa “Fransa insanlığın önünü açabilir” mi demeli?

“Açmalıdır” ve “açabilir” fiilleri arasındaki fark, Mitterand’ın konumlamasını belirleyecek kadar önemlidir. (İlgilenenler Vedrine’in “Mitterand’ın Dünyaları” kitabından okuyabilirler.)

İkincisi ise benden. İletişim yönetimi derslerinde verdiğim bir örnek:

“Lütfen gitme” ile “Gitme lütfen” arasındaki fark. Farkı oluşturan da yalnızca “söz”ün yer değişmesidir.

Bugünün iletişim ortamında, twitter, facebook, sanal dünya, televizyon vs. “söz”ün yükselişinin en somut kanıtlarıdır.

Ve 21.yüzyıl, siyasetten aşklara, “söz”den başka bir şey olmayacaktır.

İYİ Kİ DOĞDUN HAKAN GÜNDÜZ!

3 Kasım Hakan Gündüz’ün doğum günüydü. Biz onu sevenler her yıl, o gün, kendimizi fazlasıyla ihya edilmiş sayardık.

Hakan Gündüz’ün dinleyicisi olmak ayrı keyif, arkadaşı olmak ayrı keyif. Bilen bilir. Adam gibi adam! Dj gibi dj!

Her 3 Kasım’larda (her 10 Kasım’lar der gibi oldu) onu şımartmaya ve onun tarafından şımartılmaya alışmıştık. Öyle “iyi ki doğdun Hakaaan!” diye yeni yetme kutlama hallerine girmesek de, o bizim için iyi ki doğmuş insanoğulları arasındadır.

Bu 3 Kasım, tam da CHP’nin hengameli Parti Meclisi’nin olduğu gün. Stres atıp, keyif yapmak için kulaklarıma Hakan Gündüz doldurmak istiyorum.

Otomobilimde radyom Hakan’da durduğu için, motor çalıştığında reklam olmazsa biz Hakan’laşırız. Büyük olasılık reklam olacağından kırılmaya alışmış hayallerimiz artık kırılamaz bir hal almış olur…

Büyük olasılık reklamları, küçük olasılık Hakan’ı dinlemeyi beklerken…

Onun hınzır, muzır, şımarık, sevimli, yüksek egolu hallerine tam kulağımı teslim edecekken o da ne? Birden ruhumu teslim edecek gibi oluyorum şaşkınlıktan.

Hasan Mutlucan “Çanakkale içinde vurdular beni”yi söylüyor! Bakıyorum panelde Radyo D yazıyor. Doğru yer! Yanlış adam! Nerede Hakan’ın cıvıltılı kuş sesi nerede Hasan Mutlucan’ın “hazır ol!” kıvamı!

Doğum günü etkisi denen şey böyle çarpınca uzatan bir şey midir?

Yoksa? Yoksa Hakan Gündüz de hayatın darbesini yedi de durumu geçmiş zaman darbelerinin sesiyle mi işaret ediyor?

Yoksa gerçekten darbe oldu da son zamanlarda hep olduğu gibi yine benim bir şeyden haberim mi yok? Etrafa bakıyorum, tank yok, tüfek yok. Aracımın önü “Sokağa çıkma yasağı var geri dön” diyen askerlerce de kesilmiyor. Sıradan bir gün.

Hasan Mutlucan ezdire ezdire söyledikçe bende panik artıyor. Hakan’ımız Çanakkale’ye gitti de, orada başına kötü şeyler mi geldi, ona bir şey mi yaptılar?

Daha fazla strese dayanamayıp Hakan’ı arıyorum. Telefonu kapalı! Yayında bile telefonu açık olan adamın telefonu kapalı. Kesin başına bir şey geldi ve radyosu da “Efsanevi Dj’imiz Hakan Gündüz’ün anısına” yayınına geçti.

Her sabah, yan arabaların sürücülerine “deli mi ne?” dedirten yüzümdeki Hakan gülümsemesi yerini acayip bir paniğe bırakmış durumda. Yan arabadaki adamın gözleri bana acıyarak bakmakta…

Hadi başına bir şey geldi diyelim, telefonu neden kapalı olur ki? Bir yakını açıp biz panikteki dostlarını bilgilendiremez mi? İlla yakını olması da gerekmiyor, sevgilisi bile yeterli.

İş yerime geliyorum. Sekreterim benden önce duruma müdahil olmuş ve gerçeği öğrenmiş. Meğer RTÜK tarafından 3 Kasım’da kapatılmış Hakan’ın yayını.

Bu kez kendime acıma mood’undayım. Hiç mi uslu, halim selim, suya sabuna dokunmayan, kendi halinde bir arkadaşı olmaz insanın?

İyi ki doğdun Hakan Gündüz! Kimselerden darbe yemeyeceğin bir ömrün olsun!

AKLIMDA KALAN

Mahsun Kırmızıgül’ün sineması: Kırmızıgül’ün “New York’ta Beş Minare” filmi vizyona girdi. Filmle ilgili eleştiriler pek olumlu değil. Buna rağmen Mahsun’un yönetmenliğiyle ilgili olumsuz değerlendirmeler daha az. Yönetmenle filmin ayrı düşmeleri sinemada doğal mıdır bilemem. Bildiğim, Mahsun’un müzik dünyasından iyiden iyiye uzaklaşmış olduğu. Sinema gibi daha karmaşık bir üretimle kendisini anlamlandırmayı seçtiği. Çoğu insan için arabeskin “derinliksiz” çocuğunun bu değişimi şaşırtıcı. Benim için değil. Bundan on yıl kadar önce Türkmenbaşı’nın davetiyle gittiğimiz Aşkabat’ta Mahsun’la aynı ekipteydik. Ne alaka? Diyeceksiniz, anlatmayayım uzun hikaye. İkimize aynı araba tahsis edildiğinden her yere birlikte gittiğimizden epey zaman geçirmiştik. Öyle aklı başında sözler ediyordu ki televizyonlardan tanıdığımız arabeskimsi, ağlayışlı yüzlü sanatçıya hiç benzemiyordu. “Hocam” demişti, “şaşırmayın ben konservatuar mezunuyum.” Sonra bir anı defterine globalleşme üzerine yazdığı satırları yüksek sesle okuyup bana dönmüş “Hocam tamam diyorsa tamamdır” demişti ve yazdığı düşünceler inanılmaz derecede tamamdı. Ekrandan gördüklerimizle, görmediklerimiz arasında ciddi uçurumlar vardır. Mahsun’daki kendine dönüş beni şaşırtmıyor. Bu demek değil ki bu filmden ve arkasındaki destekten iyi kokular alıyorum. Almıyorum.