Nuran YILDIZ

“SEVMEK” BİR BOŞ ZAMAN İŞİ MİDİR?

----- 12.11.2010 - 00:01 -----

Aslında okura soru soran başlık yazmamaya karar vermiştim. Çünkü benim sevgili okurlarım soruyu kendi zihninde çevirmek yerine yanıtı anında yapıştırmaya hevesli.

Öyleyse sorun ne diyeceksiniz? Sorun yanıtlarına yanıt verememekte. Zaman fakiri olmam sorun.

Zaten başlıktaki soru da bana ait değil! (Soru sormayı severim o ayrı.) Hani aylar önce “Gel dersem gel, git dersem gözüme görünme” başlıklı yazıda geçen arkadaşım var ya, soru onun.

Onca yoğunluk arasında bir de ilişki danışmanlığı angaryası. “Otur” diyorum. Oturuyor.

Bir adamı seviyor biliyorum. Rivayet adamın da onu sevdiği yönünde.

“Kendimi bir boş zaman hobisi gibi hissediyorum” diyor. Benzetmesi hoş. Adam bizimkini aramayı ihmal ediyormuş. “Olabilir” diyorum, “yoğundur, ne var bunda?”

“O da öyle diyor, ama uzak bir şehirde olunca telefonlar ilişkiyi ayakta tutan tek şey…”

Bir şey demiyorum, uzak şehirden adam sevmek zor olsa gerek.

Geçen gün “Ben seni birazdan arıyorum” demiş ve ancak ertesi gün dönmüş. Gerekçe olarak da “unuttum” demesin mi? Bizimki öylece kalmış.

O andan itibaren ağzımı bıçak açmasın durumuna geçmeliyim aslında. Çünkü “unutma”nın olduğu yerde “sevmek” yoktur. İnsan yemek yemeyi unutabilir. Uyumayı unutabilir. Yaşamayı unutabilir. Sevdiğini unutamaz. Aklımdan geçenleri kendime saklamalıyım.

Adam arada bir “ss” mesajları gönderiyormuş. “O da ne Nazi subayı gibi?” diyorum. Bizimki “Seni seviyorum’un kısaltması’” derken bir cahile bakar gibi bakıyor yüzüme.

“Nasıl yani, seni sevdiğini bile özetle mi söylüyor?” sorusunu, durumu provoke edici bulduğumdan kendime saklıyorum.

Arkadaşımı başlıktaki soru hizasına getiren cümle ağzından çıkıyor: “Bu hafta sonu gelecekti, söz vermişti. İşi çıkmış gelemiyormuş… Söyler misin sevmek boş zaman işi ve ben de bir tür hobi miyim?”

“Düşünmem lazım” diyorum, “biraz ateşim var sonra konuşalım. Ama söz kesinlikle konuşalım.”

Aklımdakileri söylemek istemediğim ama birinin de ona gerçekleri söylemesi gerektiği için biraz süre istiyorum.

Oysa söylemek istediklerim açık.

Sevmek bir boş zaman işi değil. Okurlarım bilir, hep derim “artık zaman”larda yaşanan şey sevgi değildir, sevgi için “artı zaman”lar yaratılır.

Sevdiğimiz insan bir hobi değildir, varlığımızı anlamlandıran kimsedir.

Birini sevmek bir fast-food yemek türü de değildir. Tezgâhta tepsiye dizip az ötede yiyip bitiremezsin.

Birini sevmek, onda bir değer bulmak, kendinde bir değer yaratmaktır.

Sevmek tam zamanlı bir iştir. Part-time bir iş değildir. “En ağır işçi benim. Gün 24 saat seni düşünüyorum” diyen şairin söylediğidir. Üstelik en ağır işçiliğe en gönüllü başvurudur sevmek.

Bir maden işçiliğidir hatta. Kayaların içinde en değerli mücevherin olduğunu bilip ona varmak için karanlık, tozlu ortamlarda kayadan taş koparmaktır. Soluk alamamaktır. Ve hatta grizu patlamalarını göze alarak çalışmaktır sevmek.

Birbirini her gün yeniden hak etmek için mesai yapmaktır.

Yani, “aramayı unuttum” diyen adamın sevmesi sevmek değildir. İçinden geçenleri harflerle özetleyen adamın içinden geçen yalnızca harflerdir.

Sevmek “Bu hafta geleceğim” diyen adamın her durum ve koşulda o sözü tutmasıdır. Rahat rahat sevmek olmaz. Sevmek terlemektir. Boş zamanlarda sevmek olmaz.

İşin özeti sevmek, kendinden çıkıp başkası olmaktır…

Şimdi ben bunları biraz sonra odamın kapısına gelecek arkadaşıma nasıl söyleyeceğim? Nasıl “Sen o adamı bırak o kendisine bir aşk aramıyor. Bir hobi en fazla fast-food yemek istiyor” diyeceğim?

Belki de “Bak ben her önüme geleni seviyor muyum, sevmek ağır işçilik çünkü. Sigortası da, tazminatı da yok üstelik”, demeliyim…

DERDİN NEDİR CÜNEYT?

Birine kötülük yaparsanız size yapılan kötülüğü anlarsınız. Birisine kötü söyleyip kötü davranırsanız benzer bir karşılık bulursunuz, anlarsınız.

Kuyusunu kazar, arkasından iş çevirirseniz, dönüp size vurduğunda neden diye sormazsınız.

Herhangi bir sorunda karşı taraflarda olsanız, bir rekabette karşısında dursanız, size vurulmasını centilmenlik yıllarında anlamazdınız ama çürümüşlük yıllarında anlarsınız.

Peki durup dururken size dirsek atılmasını nasıl yorumlarsınız?

Cüneyt Özdemir öyle yapmış. Radikal’deki çiçeği burnunda köşesinden bana dirsek atmış. “Genelkurmay Başkanına danışmanlık yapma iddiasından gizli gizli mutlu olan Nuran Yıldız mı TRT’yi demokratikleştirecek?” demiş.

“Gizli gizli mutlu” olduğumu iddia ettiğine göre gizlimde yaşıyor olması gerekmez mi Cüneyt’in? Gizli gizli mutluluk nasıl bir şeydir ki? Benim bildiğim açık açık paylaşılmadıkça en anlamsız duygudur mutluluk.

Birilerine vurma modasıyla “gazetede de köşe yazıyorum” anonsu için beni seçtiyse, ben en yanlış kişiyim. Ne medyanın, ne de siyasetin “parlak yıldızı” olmadım. “Parlak yıldız” olmak bilgi işi değil, beceri işi. Ne “parlama” ne de “ruhumu satılığa çıkarma” becerisine sahip olabildim. Bu bir eksiklik elbette farkındayım.

Çağrıldığım her ekrana çıkıp politik nutuklar atarak kendimi cilalamadım. “Parti Meclisi üyeliği”mi alır almaz o ekran senin bu gazete benim dolanmadım. (Ki davet edenlerden biri Cüneyt’in kendisidir.)

Öğretim üyeliği ünvanımın dışında hiçbir ünvana gerek duymadım, hiçbir unvan altında yaşamaya hevesli olmadım. Kimse de bunun aksini gösteremez. Adımla kapılar açtırmadım, zaten önünde durduğum kapılar da küçük olduğundan sonuna kadar açıktı.

İşimi yaptım, yolumun götürdüğü yere gittim. Öğrencilerime karşı hayatta duruş sorumluluğu diye bir şey var, hiç unutmadım.

Şimdi Cüneyt’e sormak gerekmez mi derdin nedir diye?

Ankara İletişim’de asistan olduğum ilk yıllar öğrenciliğine denk geldiği için saf, temiz, heyecanlı günlerinin tanığı olmam mı seni rahatsız ediyor?

Yoksa yıllar önce, sen daha yeni mezunken, senden istenen bir iş için “Başkasını bulamamışlar mı?” diye sormamın öcünü mü almak istiyorsun?

Adının geçtiği her ortamda “bizim öğrencimiz” diyerek hakkında iyi şeyler söylemem mi, rezillikler dünyasına aykırı düşüyor da rahatsız oluyorsun?

Ya da Odatv’de yazmam mı bana kin duymana neden oluyor?

Yoksa iki kez program asistanın, bir kez sen arayıp yayına çağırdığın halde gelmemiş olmam mı canını sıktı?

Sevgili Cüneyt senden ne bir kişisel destek, ne de bir medyatik arka çıkma istemedim. Gölge etme başka ihsan istemem, anlıyor musun?

Biz fakülte ortamlarında, büyümelerine tanıklık ettiğimiz insanların yanımızda durmasını istemekten vazgeçeli çok oldu. Öyle isimler sayarım ki, onların biz yokmuşuz gibi davranmaları yeterli iyiliktir.

Kısaca derdin nedir Cüneyt? Kusmalar günlerinde, bir anlat da bilelim.

AKLIMDA KALAN

Tanrı beni Hakan Gündüz fanlarından korusun duası: 10 Kasım’da yazdığım yazı inanılmaz bir ilgi gördü. Bu ilgide Hakan Gündüz ve Uğur Dündar’ın katkısı da var elbette. Okurlarımdan Sibel A. isyan etmiş sevimlice: “Benim düşünüp kelimelere dökemediklerimi görünce, (Atatürk’le ilgili yazdıklarınız ve Hakan Gündüz’le ilgili yazdıklarınız) kıskanmamak mümkün değil.” Bir gün başıma bir şey gelirse Hakan Gündüz severlerden gelecek kesin. Ya da ona kızanlardan. Hakan’ın benden söz ettiği son yayından sonra arkadaşlarımdan biri arayıp “Bu adam senden söz edince canım sıkılıyor” demesin mi? Kıskanmış. Kimi kimden kıskandığını sordum almaz almaz. “O kasıntı Hakan’ın nesini kıskanacağım, tabii ki seni”, dedi Hakan’a duyurulur. Bir de kadınlardan gelen e-postalar var. “Çık Hakan’ın hayatından” diyorlar. Sanki ben çıkınca kendilerinin girmesi muhtemel gibi. O e-postaların bazılarını Hakan’a okuyorum bazen ve arkasından da şantaj cümlesini ihmal etmiyorum: “Cep telefonunu versem arkadaşlara da iki taraflı iyilik etmiş olsam…” Sanki Hakan Beyin telefonu az kadında varmış gibi. Çıkın İstanbul’un yedi tepesinden birine. “Hakan Gündüz’ün cep telefonu kimde var?” diye bağırın. Sesi duyan kadınların yarıdan fazlasının eli kalkar. Espri bir yana, radyo dinleyicileri ülkesinin Peter Pan’ı, yüreklerimizin George Clooney'sidir.