Nuran YILDIZ

“SIFIR NOKTASI”

----- 24.12.2010 - 00:01 -----

Sıfır noktası. Bir coğrafya kavramı olabilir. Bir fizik kavramı da. Son yıllarda politik bir anlamı da var: ABD için bir infilak noktası demek. Dünya Ticaret Merkezi’nin 11 Eylül’de yerle bir olduğu bölgeye Amerikalılar “ground zero” diyorlar.

“Sıfır noktası”nı tanımlamam gerekse, “başlamanın ve bitirmenin ortak noktası” derdim herhalde.

Ya da “öncesiz ve sonrasız” demeliyim. Sanırım bu tanım daha uygun olurdu.

Coğrafya, fizik, politika bir yana, insan ilişkileri, özellikle de kadın-erkek ilişkileri için kocaman bir “sıfır noktası”ndan söz edilebilir.

İşin içine sevgi, beğeni, aşk girince kadın-erkek ilişkilerinde deneyim diye bir şey işlemez mesela. Birikim diye bir şeyden söz edilemez.

Eski sevgiliyle yaşadıklarımızı bir yana koyup yenisiyle yeniden başlamaz mıyız öğrenmeye? Onunla en mutlu olduğumuz an, sanki hayatımızdaki tek mutlu anmış gibi gelmez mi? Her keyif ve her keder sanki ilk kez başımıza gelmiş gibi olmaz mı?

O yüzden…

Yaşadığımız her ilişkide şapşala döneriz. Her ilişkide okula yeni başlayan bir öğrenci gibi tedirgin oluruz. Öğrenilmesi gereken kocaman bir alfabe durur önümüzde.

Ve biz… Daha alfabenin ortasına gelmeden (ne ortası, ilk üç harfi öğrenmeye çalışırken) o ilişkinin sonuna gelmiş oluruz.

Her yeni ilişkide (tüm ilişki biçimlerinde), hep “sıfır noktası”nda bulur insan kendini. Hazırlıksız.

Sanki yeni bir inşaata başlayan ustabaşı gibiyizdir. Daha önce hiç inşaat işinde olmamış türünden hem de. Ne kadar malzemeleri hazırlasak da, ne kadar iş gücü ve emekten sakınmasak da… Çimento, kum ve suyun ayarını tutturamayız hiç. Bina çökmeye, ayakta durmaktan daha yakındır hep! Sürekli yorgun oluşumuz ondandır. Bir tür ilişki payandası gibi yaşamaktan yorgunluk.

Aslında… Her ilişki bir “sıfır noktası”nın ya öncesidir ya da sonrası. Neresinde durduğunuzu hiç bilemezsiniz. Doğma anının mı yoksa ölme anının mı gerçek “sıfır noktası” olduğunu bilemediğimiz gibi…

DİŞÇİ DEME DİŞÇİYE!

Gülmekten bir hal oldum. Yasanın adına bakın: Tababet ve Şuabatı San’atlarının Tarzı İcrasına Dair Kanun’da Değişiklik Yapılması Hakkında Kanun!

Umarım bir solukta okuyabilmişsinizdir. Türk Diş Hekimleri Birliği Genel Başkanı bir solukta okumuş ve mutluluktan havalara uçmuş. Çünkü söz konusu Kanun “dişçi” yerine “diş tabibi” denmesini yasalaştırmış. Bir mesleğe, o mesleği yapanların tercih ettiği ad verilmiş.

Yasa koyucular elleri değmişken yasanın adını da değiştirseler fena olmazmış aslında.

Uygulamada ne olur bilmem ama kendisine “dişçi” dendiğinde ifrit olan diş hekimleri bilirim.

Benim itirazım da “halkla ilişkilerci” adlandırmasınadır mesela. Gerekçemin de öyle mesleki komplekslerle falan ilgisi de yok. Tamamen dil yapısıyla ilgili bir itiraz: Türkçede yapım eki çoğul ekinden sonra gelmez! Öyle değil mi?

AKLIMDA KALAN

Yine bir okur mektubu: Birkaç yazı önce “Dönmek Zamanı” başlıklı bir yazı yazmıştım. Web sitemi henüz keşfeden yeni okurlarımdan (okur kazanmak para kazanmaktan daha keyifliymiş meğer) Kenan D.’nin yüreği o yazıda geçen bir soruma takılıp kalmış: “Akmak isteyip de akmayan gözyaşları gördünüz mü hiç?” Bu soru üzerine Kenan Bey bana öyle bir e-posta göndermiş ki sizlerle paylaşmazsam olmazdı:
Ben akmakla akmamak arası kalan gözyaşları görmedim hiç. Ama askıda kalan gözyaşlarıyla yaşamayı öğrendi yüreğim. Ben bıraktım onları öylece akmakla akmamak arası askıda. Karşımda, minik ellerinde iri gözlerini mutlulukla bana uzatan bir kızım vardı o zamanlar. Gözyaşlarımın onun gözlerinde seller yaratmasını ve onu gömmesini istemedim bu uzun ayrılıkta. Ya da ben onun kendisini gözyaşlarımda yok etmesini istemedim. Kızımdan ayrılıp uzun yollarda ayrılığa düştüğümde gözyaşlarım akmakla akmamak arası kalmaları gerektiğini öğrendiler. Askıda kalmalıydılar gözyaşlarım, çünkü kızıma olan sevgimle, onun mutlu olmasının öz kütlesi eşitti. Gözyaşlarım işte bu yüzden bu uzun yolculuklarda yanaklarda görünmemeleri gerektiğini anladılar. Tıpkı oyun için evinin balkonuna dahi çıkamayan ve dışarıdaki oyun oynayan çocukları bir camın ardından seyretmek zorunda kalan engelli bir çocuğun yüreği gibi. Onlar camın öte yüzünde hep askıda kaldılar.

Öylece askıda kalmak nedir bilir misiniz? Yüreğine ayrılık ateşi düşmüş bir çocuğun mutfak penceresinden babasının ardından öylece kalışıdır. Karanlıkta mutfak penceresinden babasına ‘GİTME BABA’ diyen bir gölge gibi dilsiz ve hareketsiz öylece duruşudur. Yüreğine ayrılık ateşi düşmüş bir babanın bir mutfak penceresinin ardından bir gölge gibi bakan kızına ‘GEL YAVRUM’ diye ses vermesidir. Askıda kalmak, ne ‘gitme baba’ ne de ‘gel yavrum’ sözünün buluşamamasıdır. Sevdalı sözlerin görünmeyen bir duvara çarpıp yürekleri delip geçmesidir. Ölüm sehpasında yüreğine ilmiği geçirilmiş ama ipi çekilmemiş bir mahkûm gibi kalmaktır askıda kalmak yaşamda.

Akmak isteyip de akmayan gözyaşları yer altı sularına benzer. Görünürde akmazlar ama onların bütün sesleri bir mağarada sarkıt ve dikitler oluşturan damlalar gibi yüreklerde işitilir. Askıda kalmak ağır iş, zor iş, yüreklerde binlerce yıl süren bir karanlık mağara oluşturma kadar yüreği parçalayan bir iş. İşte o yüzdendir uzun ayrılıklarda sadece cam kenarına yakın gözümün askıda bırakmaması gözyaşlarımı. Tek gözüme ağlamayı öğretişim işte bu yüzdendir. Göz gözü görmez bir ayrılıkta ben gözyaşlarımı hiç göremedim. Ama akıttım, ama otobüs camlarına yakın gözlerimden akıttım. Ama hep tek gözü ağlayan bir baba oldum yanı başımda kızım olduğunda. Sevgilerle… 22-12-2010, Kenan D.