Nuran YILDIZ

ÜÇ POLİTİKACI, ÜÇÜ DE DOĞRU SÖYLÜYOR!

----- 21.02.2011 - 01:00 -----

Doğrusu hiç aklıma gelmezdi. Üç ayrı partinin yöneticilerinin üçüne birden “doğru söylüyorlar” diyeceğim, dedim.

AKP’den Başbakan Erdoğan’a, CHP’den Kılıçdaroğlu’na, MHP’den Oktay Vural’a hak verdim. Olmaz ama oldu.

Başbakan yine demagoji tarihine kattığı yüzlerce konuşmasından birinde, cuma günü, CHP Genel Başkanı için şöyle dedi: “Bunlar tabii insanlık halidir. O kadar ileri gitmeyeyim, her insanın başına gelir. Kendinize iyi bir ekip seçmezseniz bu tür olaylar olur.”

Kendi varlığını iyi bir ekibe borçlu olan Başbakana “doğru söylüyor” denmez de ne denir?

CHP Genel Başkanı Kılıçdaroğlu, “Ergenekon’a üye olmak istiyorsan Sivas’a git, Maraş’a git, Dersim’e git” diyen Başbakana şöyle yanıt verdi: “Başbakanın sözünü tuttum, adrese baktım. Sivas davasına baktım. Karşıma Hayati Yazıcı çıktı! Yazıcı kim? Başbakanın mesai arkadaşı.”

Müthiş bir tevazuyla ve müthiş bir açık yakalamayla verilen yanıt. Kılıçdaroğlu’nun tek kusuru böyle önemli cümleleri ayaküstü medyaya demeç vererek harcaması.

MHP Genel Başkan Yardımcısı Oktay Vural ise ABD Büyükelçisinin basın özgürlüğüyle ilgili eleştirisine sert yanıt veren Hükümet hakkında şöyle dedi: “Bu danışıklı dövüş. Yeni bir one minute. Seçim zamanı yaklaşıyor ya kahramanlık yapması lazım.”

Üç “doğru söze ne denir” saptaması. Özlemişim politikacılara hak vermeyi.

SONER YALÇIN ÖRGÜT ÜYESİ OLAMAZ

Soner Yalçın bir mektup yazmış. CHP iletişim sorumlusu Baki Özilhan’a. Halk Tv’ye talip olduklarını belirtip durumun önemine dikkat çekmiş.

Kemal Beye yazsa iyi.

Kemal Beyin en yakınındaki Gürsel Tekin’e yazsa anlarım.

Halk Tv’den sorumlu Hurşit Güneş’e yazsa yine anlarım.

Ya da Deniz Baykal’a yazsaydı anlardım.

Olmadı Baykal’ın eşi Olcay Hanıma yazsa onu da anlarım çünkü Halk Tv’nin sahipleri Olcay Hanımın yakınları.

Baki Özilhan’a yazmasını anlamam.

Baki beyin bu gibi konularda ne karar hakkı ne de etki gücü vardır bildiğim kadarıyla. Mektubu alır, yukarıda sıraladığım isimlerden birine ulaştırır o da.

Bu kadar naif, iyi niyetli, pimpiriksiz olan Soner Yalçın’ın Ergenekon üyeliği kadar inandırıcılıktan uzak bir durum olabilir mi?

BEHZAT Ç. KENDİNİ AŞIYOR

Çok seviliyor. Türk dizileri şablonlarını alt üst ediyor. Esprileri dillerde, görüntüleri sanal alemde dolaşıyor.

Sahici. Bu kadar ilgi çekmesini bu sözcük özetliyor. Argolardan, tavırlara sahici.

Dün akşamki bölümde Behzat Ç. Yalnızca bir dizi olmanın ötesine geçti. Bir toplumsal sorumluluk yüklendi. HES’lerin yapılmasını protesto edenlere destek verdi.

Derinden derine yaptığı sistem eleştirisine hem güncel hem de damardan bir konuyla girdi. Bir şüpheli kendisini götürmek isteyen polislere direndi. Ellerinde bir kanıt olup olmadığını sordu ve ekledi: “Zanlıdan kanıta gitmeye çalışıyorsunuz. Kanıttan zanlıya gitmeniz gerekmiyor mu? Polis iyice tuhaflaştı”, diyerek Ergenekon soruşturması sürecini eleştirmesi mideye yumruk gibi oldu.

ÇOCUKLUĞUMUN BİR PARÇASI DA ÖLDÜ…

Ben ve kardeşlerim okuma yazmayı, Abdi İpekçi’nin Milliyet’inin haber başlıklarından öğrendik. Daha ilkokula gitmeden. İflah olmayışımız ondan.

1979 yılı. Milliyet Çocuk çıktı. Kapağı kuşe kağıt. O zamanlar için kuşe kağıttan kapak, yine Milliyet Çocuk Kitaplarının küçük ciltlerini çevreleyen, dokunmaya kıyamadığımız, kaygan ve parlak bir şeydi.

Küçük kitapları açmadan elimizle kapaklarını severdik uzun uzun.

Milliyet Çocuk’a aboneydik o zamanlar. Postacı sokağın başında görününce ona doğru nasıl koşardık. Milliyet Çocuk ilk kapanın elinde kalırdı çünkü. Diğerlerimiz onun okumasını bitirmesini beklemek zorundaydık. O sonsuz bekleyişi hiç unutmam.

Beklemenin ağrısını çekmek yerine sokağın başına gidip postacının geleceği yöne gözlerimi dikerdim.

1970’ler. Üç çocuğa üç Milliyet Çocuk almak fazlasıyla lüks kaçardı.

Biz üç kardeş, Milliye Çocuk’la okuma, öğrenme aşkı edinmekle kalmadık. Paylaşmayı, bekleşmeyi de öğrendik.

Neydi bizi, o dönemin çocuklarını Milliyet Çocuk’a bu kadar bağlayan? İçeriği. Çocuklar için yazmanın, çizmenin dünyanın en ciddi işi olduğunu düşünen yazarları, çizerleri.

Ülkü Tamer. Orhan Boran. Muzaffer İzgü.

Ve elbette İsmail Gülgeç!

Ormangiller’ini okumak. İnce Memed’i onun çizgilerinden sevmek. İnce Memed’in sıska, titrek bacaklarıyla somutlaşmıştı yoksulluk fikri çocuk zihinlerimizde. Abdi Ağa’lardan Gülgeç’in çizgileriyle nefret eder olmuştuk.

İsmail Gülgeç öldü geçen gün. Çocukluğumun kocaman bir parçası da öldü onunla.

Ben size teşekkür ederim İsmail Gülgeç. Bizi biz yaptığın için teşekkür ederim…

Çocukların kalplerinden yapılmış bir yatakta rahat uyu.

AKLIMDA KALAN

“Bu tezatı açıklayabilecek olan var mı?” Sorusu: Tuhaf, şaşılası bir ülkede yaşıyoruz. Tuhaf ve şaşılası bu ülkeyi seviyoruz. Tuhaf ve şaşılası olduğu için! Temel bir gerçek vardır siyaset biliminde: Ordular ülkesini, halkını ve devleti korumak, güvenliğini sağlamak için oluşturulur. Bugüne kadar bu bilgiyi yanlışlayan çıkmadı. Orduların doğasıdır bu. Cumartesi, Ergenekon’dan gözaltına alınan askerlerin eşleri Anıtkabir’e yürüdüler. O yürüyüşte yalnız değildiler. Binlerce insan da onlarla yürüdü. Sivillerin “Ordumuzu uzanan eller kırılsın”, “Ordumuza sadakat şerefimizdir- Mersin Çiftçileri” yazan dövizleri taşıması dikkat çekiciydi. Anıtkabir’deki binlerce insan da Ergenekon’a üyelikten gözaltına alınacaklar mı merakım bir yana, ordunun halkı değil de, halkın orduyu koruduğu durum da bir tek bizde vardır herhalde.