Nuran YILDIZ

RUHLARIMIZ KONUŞARAK İYİLEŞECEK YARALARLA DOLU

----- 15.04.2011 - 00:01 -----

Murathan Mungan. Yazar. Şair. Filozof. Benim için en çok sonuncusu.

Bir de tüm satırlarından ve tüm cümlelerinden öte;
“…kış başlıyor sevgilim
hoşnutsuzluğumun kışı başlıyor
bir yaz daha geçti hiçbir şey anlamadan
oysa yapacak ne çok şey vardı
ve ne kadar az zaman
kış başlıyor sevgilim
iyi bak kendine
gözlerindeki usul şefkati
teslim etme kimseye, hiçbir şeye
upuzun bir kış başlıyor sevgilim
ayrılığımızın kışı başlıyor…

dizelerinin geçtiği “Yalnız Bir Opera”yı yazmış olan adam.

Ayşe Arman’a anlatıyor. Geçenlerde 1976’daki sevgilisiyle karşılaşıyor. O zamanlar kendisi 22, sevgilisi 21 yaşında. Bir kırgınlıkla ayrılıyorlar. Karşılaştıklarında yaşananların hiç de sandığı gibi olmadığını anlatmış eski sevgilisi. “Gençken konuşmuyor ki insanlar” diyor Mungan, konuşsalar onca zamanı boşa geçirmeyecekler.

Sesinde pişmanlık gizli olmalı, sözcüklerinde ortada duruyor çünkü.

Konuşsalardı, yaşanamamışlığın yarımlığını taşımayacaklardı içlerinde.

35 yıl sonra… Tüm kayıpların (zamanın, aşkın ve tüm güzel sözcüklerin) bir tek açıklamasının “konuşmamak” olması.

Her gün yüzlerce kez açtığımız ağzımızın… Onlarca kez yan yana koyduğumuz sözcüklerin. “Seni kırdım ama…”, “Beni kırdın ama…”yla başlayıp “Gel konuşalım”la bitememesi.

Tesadüf bu ya. Mungan’ı okumadan önce. Geçen hafta geçmişte çok kırıldığım bir arkadaşımı aramıştım. Şaşırdı, duyunca sesimi.

“Geriye dönüp baktığımda kızgınlıkla ve kırgınlıkla anımsamak istemiyorum seni” dedim. “Hasta mısın?” diye sordu telaşla.

“Değilim” dedim. Hasta olmak gerekmiyor yarım kalmışlıkları tamamlamak için. Mutlaka son ana gelmiş olmak, geç kalmış olmak gerekmiyor ki…

Söylenmemiş sözcük bırakmamalı, dibini sıyıralım yüreğimizin sonra bitecekse yine bitsin…

Sözcükleri bitirdiğimizde ancak, daha çabuk iyileşiriz. Sözcükleri ağzımızdan çıkarıp kanayan yaramıza bastırırsak ancak, durur kanamaları ruhumuzun.

“Hadi konuşalım gerekiyorsa yaralar içinde bıraksın sözcükler bizi” demeyi göze alamıyorsak soru işaretlerine teslim olmuşuz demektir.

Yarıda kalan konuşmalar kangrenleşmeye açık yaralarıdır ruhlarımızın. Konuşalım ne varsa, bitecekse yine bitsin… Diyebilmeli insan.

İŞTE BEN…

Murathan Mungan’ın, Ayşe’yle yaptığı söyleşiyi okuyan herkes “İşte ben!” diyebileceği bir cümle bulmuştur.

Felsefesiz adamların dört bir yanı kapladığı “sığlıklar dünyası”nda, her cümlesi derin kuyularda merdivensiz bırakacak türdendi.

O söyleşide benim “işte ben” cümlelerimi şöyle dile getirmişti Mungan;

Ben kabullerinden çok retlerin biçimlendirdiği biriyim. İnsanın önce kendine verecek cevabı olmalı. Ben kimseyi tercihleri ve seçimleri nedeniyle yargılamıyorum ama tutum tutarlılığı arıyorum. Her seçim seni başkalaştırır.

ÖDÜL DEDİĞİN BÖYLE OLUR…

Havaya at, kimin kafasına düşerse tekniğiyle ödül dağıtıldığı günlerde…

Ödül alanların “Bu ödül ne kadar kayda değer?” demeden ödül almaya koştur koştur gittiği günlerde…

Yani ödül enflasyonuna boğulduğumuz günlerde…

Ödülün ödül gibi olduğu… Alanın sonuna kadar hak ettiği iki ödül var ki dudaklarımı keyiften yüzüme yaymaya yetti.

Birincisi İstanbul Teknik Üniversitesi’nin Neşet Ertaş’a verdiği “fahri doktor” ünvanı.

Keşke Ankara Üniversitesi olarak biz verseydik, İTÜ’yü kıskandım. Çok.

Devamlı okurlar bilir, ölmeden önce yapmak istediğim 5 şey arasındadır Neşet Ertaş’ı ikinci kez canlı dinlemek. Mümkünse dizinin dibine oturup.

İkincisi, Fransa Kültür Bakanlığı’nın Nuri Bilge Ceylan’a verdiği “Sanat ve Edebiyat Şövalyesi Madalyası.”

Fransa Kültür Bakanı gerekçeyi uzun uzun sıralamış ama benim için en çarpıcı gerekçe “alçak gönüllülüğü”ydü.

(Bu kaçıncı yazışım) Nuri Bilge Ceylan, “sanat ve edebiyat şövalyesi” olarak sınırlanamaz. Adam gibi yaşanan bir hayatın şövalyesidir o…

SEVGİLİ MENEKŞE’YE NOT:

Sevgili Menekşe benim okurum. En devamlı, en vefalı okurlarımdan hem de. Geçen yazıda asabi şef Batuhan’a “bastıbacağın teki” dememe çok içerlemiş. İçinde ne varsa dökmüş.

Benim fiziksel özellikleri nedeniyle birini aşağılamış olduğumu yazmış. Ve sormuş “Sizin tipini beğenmediğiniz insanlar aşağılık ve itici midir?” O telaşla dönüp kendi yazımı yeniden okudum. Evet “bastıbacağın teki” yazmışım ama adamı aşağılık bulduğuma dair bir ima bile yok.

Sevgili Menekşe, belki bu yazıyı okuduğun gün keyfin yoktu, belki birine kızmak istiyordun aklına ben geldim, bilmiyorum. Yine de açıklamak isterim ki “bastıbacak” sözcüğü hakaret içermez, tam tersine genellikle çocuklar için kullandığımız sevimli bir azarlama şeklidir. Sokağın haylazına büyükler “seni bastıbacak seni” demezler miydi eskiden. Şimdi sokak da yok, sokakta oynayan çocuk da yok.

Sonra da bir not eklemiş: “Benim bastıbacak olduğum için alındığımı düşünebilirsiniz. Hayır değilim.” Hiç öyle düşünmedim. Kaldı ki bastıbacak olsan ne olur olmasan ne olur! Ben boy ölçmem ki, karakter ölçerim ve sen benim ölçülerime göre okurum olmasından keyif duyduğum birisin.

Menekşe’ye önemli not: Yine de itiraf etmeliyim ki benim için fiziksel özelliklerine göre erkekler yalnızca “George Clooney ve diğerleri” olarak kesin bir çizgiyle ayrılır.

AKLIMDA KALAN

“Gerçekten seven kadının aklı yoktur” sözü: Gerçekten seven kadının şahsiyeti yoktur. Bu sözde doğruluk payı olduğunu düşünürüm ama içindeki cinsiyet belirtecine hep itirazım vardır. Geçen hafta fark ettim ki gerçekten seven kadının aklı da yokmuş. Kadının biri Antalya’da, insanlardan topladığı parayı alıp kaçmış. Kadın ruhundan anladığı belli olan bir polisin fikri olsa gerek, kadının sevgilisini bulup kadını aramasını sağlamış. Adam “Seni özledim, uçak biletini gönderiyorum, gel” demiş. Kadın da çıkıp gelmiş. Havaalanında tutuklanmış! Gerçekten seven kadının şahsiyeti yok, pekiyi. Aklı da yok, pekiyi. Şimdi özgürlüğü de yok, iyi mi?