Nuran YILDIZ

ÖNCE İÇİMİZİ DÖKELİM SONRA “MERHABA” DİYELİM

----- 06.06.2011 - 00:01 -----

(Bu yazı turktime.com’daki ilk yazımdır.)

Bir sabah kalkıyorum. Gazetenin birinde bir haber. A askerden B siyasetçiye “cısss” içerikli bir mesaj götürmüşüm. Ben “Götürmedim” diyorum. Siyasetçi “Böyle bir mesaj almadım” diyor. Gazeteci, “Sizi sizi! Yapmışsınız işte” diyor. Bir iletişim hocası olarak, aylardır bildiğim tüm iletişimsel yollarla hakkımdaki dezenformasyonu yalanlamakla uğraşıyorum. Olmuyor. Bende sözcük bitti.

Neler oluyor? Adım neden böylesi abuk haberlerin içinde geçiyor?

İlk yazıyı daha keyifli konularda yazmak isterdim, ama burası Türkiye. İyi şeyler yazamıyorsunuz, magazin haberleriniz bile iç sızlatıyor. İlk yazıda içimi dökeceğim. Turktime okurlarının yeni yazarları hakkında bilgi edinmeye hakları var.

Her şey 7 Eylül 2003’de, Radikal İki’deki “Ordu Konuşuyor, Karizma Gidiyor” yazımla başladı.

Tarihe dikkat edin. Erdoğan Hükümetinin ilk Ağustosu ve ilk YAŞ’ı bitmiş. Emekli olan komutanlar törenlerde söylemediklerini bırakmıyorlar.

O sıralarda Radikal İki’ye analizler yazıyorum. 7 Eylül’deki yazı da komutanların konuşmalarının orduya verdiği zararlardan söz eden bir analiz. Çünkü var olan bilgiyi yeniden üreten değil, yeni bilgiyi arayan bir akademisyen olarak “liderler, imajlar” konusundaki ilk doktora tezini yazdığım gibi askerlerin iletişimi üzerine de ilk kitabı yazmak istiyordum.

Bugünün liberal, demokrat geçinen gazeteci, siyasetçi ve akademisyenleri o gün “Ordu fazla konuşuyor, konuşmasın” yazım için “Yazarken korkmadın mı askerden?” diyor ve bana acıyarak bakıyorlardı. Her an darbe olacak diye ödleri kopuyordu o günlerde, kopuk ödle askerlerin konuşmalarına alkış tutuyorlardı.

O analizden iki, belki de üç gün sonra, Genelkurmay’dan bir davet aldım. Genelkurmay ikinci Başkanı İlker Başbuğ, bu yazıyla ilgili konuşmak istiyormuş.

O gün tanıştığım İlker Başbuğ, akademik bilgiye önem veren entelektüel bir askerdi. Halâ da öyledir. TSK’da ve de dünyanın tüm büyük kurumlarında yöneticiler, alanlarında uzmanlığına saygı duydukları bilim insanlarından görüş alırlar.

Genelkurmay İkinci Başkanlığı sırasında Başbuğ ile medya ve iletişim üzerine zaman zaman görüşmelerimiz oldu. Çünkü askerin iletişim tarzında ciddi sorunlar olduğunun farkındaydı. Ordunun “müdaheleci” üslubunun yanlışlığını anlattım ve o da anladı. Askerin “müdahaleci” üslubunun değişmesi gerektiğini söylediğim için bazı askerler benden hiç hoşlanmadı. O döneme dönüp bakarsanız askerin üslubunun daha özenli olduğunu, gazetelerde “Ordudan demokrasi dersi” başlıklarının atıldığını görebilirsiniz.

Başbuğ İkinci Başkanlıktan ayrılınca, yerine gelenler iletişim alanında akademik bilgiye onun kadar sıcak bakmadıkları için herhangi bir iletişim brifingi görüşmesi gerçekleşmedi. Dostça birkaç ziyaret dışında.

Sayın Başbuğ Genelkurmay Başkanı olduktan sonraki aylarda hatırladığım kadarıyla bir kez ikinci Başkana, bir kez de kendisine yeni görevleri için kutlama ziyareti yaptım.

19 Ekim 2008’de, Balıkesir’de, hayli kızgın bir ifadeyle, orduyu eleştirenlere karşı “herkesi doğru yerde bulunmaya davet ediyorum” dediği o meşhur konuşmasını televizyonlardan izleyince şoke olmuştum. O sakin, soğukkanlı asker gitmiş, yerine sinirli bir adam gelmişti. Kriz anlarında sükuneti koruması gereken liderlerin aksine bağırıyordu. Benim iletişim bilgilerime göre yanlış olan ne varsa yapıyordu.

Ne olduysa o günlerde oldu. Belirli bir kesimin Internet medyası yoğun olarak “Başbuğ’u bağırtan kadın” haberleri üretmeye başlamıştı. Oysa “Başbuğ’un bağırması” onu tanıyan biri olarak da, iletişim bilen biri olarak da en çok beni üzmüştü. İletişim yönetiminde konuşma ve bağırmayı olumlayan biri olmadığım gibi tam tersine, sessizliğin daha büyük bir güç olduğuna inananlardanım. Hiç ilgim olmadığı halde Başbuğ’un bu bağırmasıyla beni neden ilişkilendirdiklerini anlamaya çalıştım.

Yanıtı eski bir içişleri bakanı verdi: “Sizi yıpratarak askeri çevreden uzaklaştırmaları gerekiyor. Aksi halde siz askerin iletişim hataları yapmasına izin vermeyeceksiniz. Oysa birileri askerin hata yapmasını istiyor.

Yanıt buydu. Sonraki süreçte orduyu yıpratıcı haberleri, ordunun verdiği yanlış tepkileri bir iletişimci olarak üzülerek izlemeye başladım. İstenen başarılmıştı.

Ancak bir kesim medya bana saldırıya devam etti. Yazmış olmaktan gurur duyduğum ve alanında ilk olan “Tanklar ve Sözcükler” kitabıyla ilgili 30 Ekim-5 Kasım 2008 tarihli Aktüel Dergisinde 4 sayfalık bir analiz yer aldı. “Başbuğ’u bağırtan kadının(!)” yazdığı kitapta öyle cümlelerin olduğu iddia ediliyordu ki… Ben kendi kitabımı tanımıyordum. Arkadaşlarım ve ben, kitabımı yeniden satır satır Aktüel’in haberinde iddia edilen cümleleri bulmak için okuduk.

Dergi benden “özel danışman”, “gayriresmi danışman” olarak söz ediyordu ve ben bu abuk ifadeyi hiç anlamış değilim. Bir insan ya danışmandır ya da dosttur. Danışmanlık sistematiktir, dostluk keyfidir.

Benimle hiç konuşmadan yazılmış olan analizde, kitabımdan öyle cümleler kes yapıştır yoluyla birbirine eklenmişti ki kitaptan şüphe eder hale geldik. “Orduyu demokrasinin deniz feneri olarak kabul eden kadın(!)”dım o analizde. Oysa bu ifade bir paragraftan ve bir bağlamdan koparılmış, anlamı yamultulmuştu. Kitabımın “Sözsüz/Simgesel İletişim” başlığı altında Genelkurmay binasının pencerelerinin siyasetçiler ve gazeteciler için anlamı anlatılmaktadır. Aktüel’in bağlamından koparıp saptırdığı ifade sayfa 219’da şöyle yer almaktadır:

“Genelkurmay binasının ışıkları yanan pencereleri ulusal güvenlikle ilgili yoğun çalışmaların işareti olarak değerlendirilmekten başka anlamlar da taşımaktadır. Bir anlamda demokrasinin deniz feneri işlevi görür. Kimileri için bu deniz feneri kıyının nerde olduğunun işaretini verirken, kimileri için de denizin sığlığını ve çarpılacak kayaları işaret edebilir.”

Askeri olumlayanlar ve olumlamayanlar açısından değerlendiren bu akademik nesnel değerlendirme, Aktüel tarafından bambaşka bir anlama dönüştürülmüştü. Benzer başka iftiralarla dolu 4 sayfalık analiz, Internetten o paraleldeki sitelere servis edilince de kitabı okumadan Aktüel’i ve Interneti kaynak kabul edenler bunu doğru kabul etti. Kitap okumayı sevmeyen bir ortamda kötülük çiçekleri kolay açar.

Burada küçük ve önemli bir ayrıntı var. Aktüel’in o tarihteki genel yayın yönetmeniyle, askeri hedefine koyan Taraf’ın yöneticisinin evli olduğunu öğrendiğimde de şaşırmadım nedense!

Kendilerine bir açıklama gönderdim. Yaptıklarının medya etiğine uymadığını belirttim. Yanıtları “Açıklamanızı aldık, teşekkürler” oldu.

7 Eylül 2003 tarihli Radikal İki, 30 Ekim-5 Kasım 2008 tarihli Aktüel arşivlerde, “Tanklar ve Sözcükler” ise kitabevi raflarında duruyor. Dedikodu infazcısı olmayıp gerçek bilgiyi arayanlardansanız hepsini okumalısınız.

Dolayısıyla Zaman gazetesindeki haberde yer alan Başbuğ’un gayriresmi iletişim danışmanı ve o danışman aracılığıyla iletildiği söylenen mesaj ve diğer bilgiler gerçek dışıdır. Habere konu belge TSK’da ya da başka bir yerde vardır ya da yoktur orası beni ilgilendirmez. Beni ilgilendiren, benimle ilgili tüm bilgilerin yanlış olduğudur.

Bunca okuma, yazma ve deneyimden edindiğim bilgilere gelince;

-Askerler sırlarını hiçbir siville paylaşmazlar.

-Hiçbir plan ve programlarını sivillerin yanında konuşmazlar.

-Komuta kademesinde yükseldikçe hiçbir asker bir diğer askere “sır” konusunda güvenmez.

-Çok önemli bilgileri ve talepleri devletin istihbarat kurumları dururken bir akademisyenle göndermiş olsalardı, o kurumun kendi kendisini lağvetmesi gerekirdi. Çünkü durum fazlasıyla acınası olurdu.

Askerler ve siyasetçiler hakkında bu kadar bilgi ve deneyime sahip bir bilim insanı bu ülkede hedef tahtasına konurken, ABD’de en büyük üniversitelerin en gözde hocası, kurumların en gözde danışmanı olurlar.

Sanırım az gelişmişlikle, gelişmişlik arasındaki fark bu.

Bu sürecin en büyük iyiliği ne mi sevgili okur? Etrafımızda “adam” yerine koyduklarımızın ne kadar “adam” olduklarını, dostlukların ne kadar gerçek ve samimi olduğunu belirten bir turnusol kağıdı işlevi görmesidir.

Söz, bir sonraki yazı bu kadar uzun olmayacak. Dedim ya bu bir iç dökmedir.

AKLIMDA KALAN
Yeni Rakı’nın gazete reklamı: Yeni Rakı’nın tam sayfalık reklamında kullandığı başlık/slogan çok sevimliydi. İçtendi. Sıcaktı. Şöyleydi: “Biz bir araya gelince bi’ büyük oluruz.” Ve altında da bu başlığı destekleyen pozitif, sırt sıvazlayıcı bir metin vardı. Başınızı gazetedeki reklamdan kaldırıp olup bitenlere, yaşananlara bakınca ise tam tersini düşündürüyordu insana. Biz bir araya gelince ne bi’ büyük olması, birbirimizin gözünü oyarız! Kim yukarı doğru çıkmaya kalkarsa üstteysek kafasına bir tokmak vurur, alttaysak paçasından aşağı çekeriz. Biz neydik, ne olduk böyle?