Nuran YILDIZ

EN BİTİRİCİ GERÇEK: ZAAF

----- 05.08.2011 - 00:30 -----

İnsan için en tehlikeli sözcük. En bitirici gerçek: Zaaf. Aklın ve kontrolün devre dışı olduğu durum.

Amy Winehouse’ın ölümü üzerine yazmadım, yazmak için “ölü”den biraz uzaklaşmak gerek.

Winehouse çok ilgilendiğim, dinlediğim biri olmadı hiç. Nedenim basit. Medyanın ilgi gösterdiğine ben göstermem. Beni çekmez. İter. İçimdeki sürü psikolojisine itirazı tetikler.

Bir pop ikonu olarak değil, genç bir kadının ölümü fikriyle takip ettim Winehouse haberlerini. Ve orada bir insanın kolayca ağına düşeceği birden fazla “zaaf” gördüm.

Bir adamın aşkı. Zaaf. O adama duyulan zaafla başlayan uyuşturucu. Zaaf. Çıkabilmek için çırpınırken tutunulan alkol. Zaaf. Sigara. Zaaf.

Örümceğin ağlarına düşmek gibi bir zaafın kollarına atılmak.

Peki, zaafa düşmekten kaçınılabilir mi? Kaçınılamaz. En sinsi, en şeytani dürtüdür çünkü. Ruhunuzun neresi boşsa oraya dolar. Neresi eksikse orayı kapatır. Neresi yaralıysa oraya bastırılır.

MERAKLI OKURA NOT:

Meraklı okurum sordu: “Tanklar ve Sözcükler gibi bir kitap yazdınız, asker iletişimi sizin uzmanlık alanınız, neden YAŞ’ta olup bitenlerle ilgili bir şey yazmıyorsunuz?”

“Seyretmek bazen yazmaktan daha önemli bir işmiş yeni fark ettim” dedim ona.

Gazeteci sordu: “YAŞ toplantısıyla ilgili analizinizi alabilir miyiz?”

Ona “Gazeteciler benden daha çok biliyorlar, onlara sorun. Beni de ülkeye yeni gelmiş bir Fransız kabul edin” dedim, sesi düştü.

Başka meraklı okur sitem etti: “Turktime.com’un başyazarısınız, YAŞ’la ilgili daha derin bir analiz beklerdik.”

Ona da “Turktime’ın başyazarı değilim, başyazar Talat Atilla’dır. O da zaten çok önemli haber/analizler yazıyor” dedim ve ekledim: “Hem haksızlık da etmeyin, oturma düzeni gayet derin bir analizdi, bir daha okuyun en iyisi.”

KAVAK AĞACI GİBİ YAZMAK!

Yazarla okurun karşılaşmasında yazarın aldığı keyif sonsuzdur. Bir arkadaş ortamında okurlarımdan biriyle tanıştım. Sabah’tan, Habertürk’e, kendi web sitemden, turktime.com’a beni takip etmiş.

Sadakat kavramının ruhlarımızı terk ettiği günlerde böylesi “sadık” bir okuru el üstünde tutmak gerek düşüncesiyle ilgi gösterdim, sordum: “Onca cazip yazar varken benim gibi kendi halinde birini neden okuyorsunuz ki?” (Genelleyebileceğim bir yazma sırrı bulmam gerekiyor ya.)

Adam düşünmeden söyledi: “Düşündüğünüzü söyleme biçiminiz bana ilginç geliyor.”

Öylece kaldım. Düşündüklerimden daha çok, düşündüklerimi söyleme biçimime kafayı takan bir okur. Benim için yeni bir açılım…

Oysa içimden geldiği gibi yazıyorum. Sözcükleri boğazımda ve kalemimde (ya da klavyemde) boğmuyorum. Dengelere bakmıyorum. Seven ve de sevmeyen hesabı yapmıyorum.

Kavak ağacı gibi yazıyorum yani. O nasıl dosdoğru uzuyorsa, ben de dosdoğru yazıyorum. Eğip bükmüyorum, boyalayıp cilalamıyorum.

Danışmanlıklarda ve derslerde hedefe varış stratejileri anlatıyorum ama kendim stratejiler dışı yaşıyorum. Belki de stratejiler dışı olmak, gerçek stratejidir bilmiyorum.

Hayatta kalabilmenin yolunun halâ ve halâ doğru ve dolambaçsız yaşamak olduğuna inanıyorum.

Yazmam gerekenleri değil, ne istiyorsam onu, yazmak istediğim şekilde yazıyorum. Hissettiğim gibi.

Hissettiklerimiz önemlidir. Onları dışa vurmak da öyle. Depremde ve tsunamide doğadaki hayvanlar ölmezler. Çünkü onlar hisleri ve sezgileri sayesinde kurtulabilirler.

Demode bir yazarım, sadakate inanırım. O sevgili okura teşekkür ederim, bir tek onun okuduğunu bilmek bile yazmak için yeterli nedendir.

AKLIMDA KALAN

Ruhumun tapınağı, Pantheon: Kentlerden Roma’yı severim, bir tür Roma’kolik derler bana. Kentin tam ortasındaki Pantheon ve çevresi ise ruhumu mıhladığım yer. Kubbesinin ortasındaki delikten başka ışık kaynağı olmayan devasa bina beni neden çeker bilmem. O tapınağa tutkumu bilen arkadaşlarım “Kesin sen önceki yaşamlarında o binayla ilgili bir şeyler yapıyordun” derler. “Ne gibi şeyler?” diye sormuştum da “Nerden bilelim, yerleri falan temizleyen bir görevlisindir belki” demişlerdi. Başkaları önceki hayatlarında kraliçe, prenses olur, bende talih kuşu yine yükselmez. Yerleri temizliyormuşum! Roma’ya her gidişimde arkadaşlar alışverişe, ben doğru Pantheon’a. Binanın ortasında durup, kubbe mimarisine esin kaynağı olmuş tepesindeki deliğe bakar dururum. Neden penceresiz? Neden bir tek tepedeki delik? Neden içerisi anlamsız bir loşlukta? Geçen gün gazetede okudum, meğer o delik bir güneş saatiymiş. İmparator özel durumlarda tapınağa girdiğinde o ışığa göre konumlanır, daha tanrısal bir ifade sağlanırmış. Bu bilginin bizim YAŞ’taki oturma düzenine denk gelmesi ayrıca önemli olsa da, ben önceki yaşamımda imparator olmadığıma göre onun geçeceği yolları siliyorumdur en fazla…