Nuran YILDIZ

ERDOĞAN “DÜNYA LİDERİ” OLABİLİR Mİ?

----- 26.09.2011 - 00:01 -----

Dün. MHP lideri Bahçeli Başbakan Erdoğan’ı dünya lideri olmaya soyunmakla suçladı.

Her insanın kendisine bir gelecek tanımlamak hakkı vardır. Başbakan Erdoğan’ın da var.

Her insanın kendisine tanımladığı gelecekte, kendisini konumlama hakkı vardır. Başbakanın da var.

Her insanın kendi idealleri için çaba gösterme, girişimde bulunma hakkı da vardır. Onu takip edenlerin sorumluluğunu taşıyabildiği sürece.

Ama…

Liderleri kriz anlarının yarattığı doğrudur da, kalabalıklar liderde iki kişisel nitelik arar. Liderlik araştırmalarında ilk iki sıra hiç değişmez;
1.Dürüstlük,
2.Yeterlilik.

Erdoğan ve dürüstlük konusuna girmeyeceğim. İçinden geçtiğimiz günlerde dürüstlüğün bile tanımı değişti. Hayatın ve zamanın hakemliğine güvenmekten başka çare yok.

Peki yeterlilik? Dünya lideri olmak için BM kürsüsünde Gazze’nin, Somali’nin sesi olmak, Suriye’ye karşı ABD’nin sesi olmak “yeterlilik” algısını yaratmaya yeter mi? Filistin ve Somali için belki, peki dünyanın geri kalanı için?

Kaos ve kriz dönemlerinde “dünya lideri”nin yapacağı şey barış vaat etmektir. Barışı getireceğine yeterli olduğu algısını yaratmak.

Kendi ülkesinin orta yerinde bombaların patlamasını, karakollarının teröristler tarafından basılmasını, savaş olmayan bir ülkede savaştaki kadar insanın ölmesini önleyemeyen bir liderin yeterliliği sorgulanmaz mı dünyanın geri kalanının kafasında?

Başbakanın hedef büyütmesi, Türkiye’deki tek adamlığa sığmayıp, dolacak başka zihinlerin ardına takılması bence büyük bir hata. Erdoğan’ın zihni, dünya liderliği tutkusu tarafından esir alınmış olsa da, akil adamları bu hatayı önlemeye çalışıyorlardır.

Erdoğan dünya lideri olabilir mi? Bazen büyük soruların küçük yanıtları vardır: Olamaz.

“4 YÜZ”, SAYISIZ HATA!

Hürriyet’te Enis Berberoğlu, Ertuğrul Özkök, Sedat Ergin, Ahmet Hakan bir tartışma dizisine başladılar. İlk yazılarını okudum. Reklamlarını izledim. Sonuç;

1.Kimse bu dört sürprizsiz kişinin ne düşündüğünü merak etmiyor artık. Gereksiz.

2.Yılmaz Özdil’in olmadığı her Hürriyet grubu baştan eksik.

3.Televizyon formatı gazeteye uymaz.

4.Sıkıcı dört adam için dört sayfa (beş sayılır) fazla uzun.

5.Medyamız adında “yüz” sözcüğü olan projeleri pek seviyor. Acaba “3 Yüz” programı “4 Yüz”e ne diyecek?

6.İlk konu için Dolmabahçe görüşmesi seçilmiş. Geyik çevirmekten öte bir bilgi yok.

7.Televizyon reklamları, Türkiye’nin en ciddi ve acı konusu terörle, patlayan bombalarla dalga geçiyor. Baştan bitik bir iş. İstanbul’un en kayda değer reklam ajanslarının başında gelen Medina-Turgul, böyle bir işe nasıl imza atar? Yoruldular belki.

Bu iş tutmaz.

KOKU

Cumartesi sabah. Bir arkadaşımla kahvaltı ediyoruz. Yeni demlenen çay kokusu mutfağa dolunca, sevdiğim kokuları sıralıyorum: “Yeni demlenen çay kokusu. Fırından yeni çıkan ekmek kokusu. Baskıdan yeni çıkan gazete kokusu.”

Arkadaşım ekliyor: “Bebek kokusu. Kızarmakta olan biber kokusu. Yeni dövülmüş kahve kokusu.”

Devam ediyorum: “Sevdiğimiz insanın kokusu. Bir de yağmurdan sonraki toprak kokusu…”

Koku. Bilinçaltı yönetiminde önemli yeri var. Pazarlama dünyası kokulara yönelmiş durumda. Başta Almanya olmak üzere önemli otomobil firmalarının son 20-30 yıldır bilip uyguladığı “koku yönetme”, bizde birkaç yıldır fark ediliyor.

Bizimkiler henüz tam farkında değil ama, dev küresel markaların çeyrek yüzyıldır yönettiği bir başka duyu “dokunma” hüküm sürüyor imaj yönetiminde.

AKLIMDA KALAN

Çiçeklerle gelen mühürlü bir mektup: Geçen cuma. Rektörlükteki odamın kapısından elindeki çiçek demetiyle girdi. Geçen yıl mezun olan öğrencim. Çiçek demetine zarfı mühürlü bir de mektup iliştirmiş. Çiçekleri aldım ama zarfı onun yanında açmadım. Gidince okudum. “Siz anlatırken de biliyordum ne kıymetli cümleler kurduğunuzu. İyi ki dinlemişim, her hecesini, hiç atlamadan” diyordu. Her ders yılı başında dersliği dolduran genç kızlara ve adamlara “Beni sevmek zorunda değilsiniz” derim, “hatta benden hiç hoşlanmayabilirsiniz, sevilen hocanın iyi hoca olduğuna inananlardan değilim ben.” Onların huzursuz bakışları altında cümlelerimi tamamlarım, “Ama emin olduğum bir şey var, çok sonraları, geriye dönüp baktığınızda beni hatırlayacaksınız. Dersi geçmek için de bir tek yolunuz var, kendinizi geçeceksiniz…” İşte öyle bir hoca-öğrenci ilişkisi içerisinde başlamıştı mühürlü mektuplu öğrenciyle iletişimimiz. Mektup şöyle devam ediyordu (noktalamalar ona ait): “Bir yol ki, herkes hep konuşuyor… Fakat biliyorum, ekmek kırıntıları gibi bazı cümleler, kuşlara yem olmaz ise, ne alâ… Ben, şanslıyım! Sizinkiler, parlak çakıl taşları, yön gösteriyor. Dikkate almayacak olsam, ayakkabıma giriveriyor, onu görene kadar, yürütmüyor. İyi ki! Binlerce kez teşekkürler…” Diyorlar ki, “Neden üniversitede ısrar ediyorsun? Danışmanlık işinden köşeyi dönebilirsin üniversiteye harcadığın o enerjiyle..” Olmaz. Bizler, bizimle göz kontağı bile kurmayan hocalardan aldık derslerimizi, dersliklerdeki yalnızlıkları biliriz. Hayat ayrı, ders ayrı akardı bizim için. Bir tek bu mektup bile üniversiteden gitmeme engel olur, kaldı ki bende yüreğe yazılmış bu mektuplardan çok var.