Nuran YILDIZ

YİNE 10 KASIM. YİNE YAS TUTUYORUM.

----- 09.11.2011 - 13:00 -----

Çalışma masamda pek çok kitap, pek çok kitapla yer değiştirir. Bir tanesi vardır ki hiç değişmez: “Atatürk’ün Görüş ve Direktifleri

Sevgili dost Halit Narin’in hediyesi. Türkiye Tekstil Sanayii İşverenleri Sendikası tarafından, Genelkurmay arşivlerinden özel izinle az sayıda basılmış. Mustafa Kemal’in düşüncelerinin ayrıntılı bir derlemesi. O kitaptan birkaç alıntı:

“Benim için en büyük korunma noktası ve şefaat kaynağı milletimin sinesidir.” (1919)

“Gerek askeri hayatımın ve gerekse siyasi hayatımın bütün devir ve bölümlerini işgal eden mücadelelerimde daima hareket prensibim, milli iradeye dayanarak milletin ve vatanın muhtaç olduğu gayelere yürümek olmuştur.” (1920)

“Millet (…) egemenliğinden gerektiği kadarını uygulamak üzere Millet Meclisi’nin tümünü görevlendiriyor. Fakat bir tek adama bu yetki verilemez.” (1923)

“Halk, milli egemenliği benimsemeli ve memlekette tek egemen ve etkenin kendisinden ibaret olduğunu unutmamalıdır.” (1923)

“Bütün dünya bilmelidir ki, artık bu devletin ve bu milletin başında hiçbir kuvvet yoktur, hiçbir makam yoktur. Yalnız bir kuvvet vardır. O da milli egemenliktir. Yalnız bir makam vardır. O da milletin kalbi, vicdanı ve varlığıdır.” (1923)

“Bir millette güzel şeyler düşünen insanlar, fevkalade işler yapmaya kabiliyetli kahramanlar bulunabilir, ama böyle kimseler eğer milletin düşüncelerinin paralelinde ve onun temsilcisi olmadıkça yalnız başına hiçbir şey olamazlar.” (1923)

“Hükümdarlık ve oligarşi, artık zamanı geçmiş, geçici şekillerden başka bir nitelikte kabul edilemezler.” (1929)

“Korku üzerine egemenlik kurulamaz.” (1930)

Mustafa Kemal diktatördü, değildi tartışmaları saçmalık ötesi. Yersiz. Gereksiz. Abes. Büyük konuların küçük insanların ağzından çıkması vakit kaybından başka bir şey değil.

Birilerinin “Her 10 Kasım’da bırakın yas tutmayı da onu anlayarak anın” demesini hiç umursamadım. Her 10 Kasım’da yas tutmaya devam ettim, edeceğim. O’na ağlarken, ağladığım çok şey var…

BENİM BAYRAM SÜRPRİZİM

Kapıyı açtığımda karşımda o vardı. İkimizin de kulağında telefon. Birbirimizle konuşuyorduk. Komikti. Yine.

Bayramda, evime gelen çok özel bir konuktu: Hakan Gündüz! Her sabah Radyo D’nin vazgeçilmezi. Hayranları kıskanacak biliyorum. Kıskanacakları kadar var, adam baştan sona keyif.

Tüm sevimliliğiyle içeri girdi. Tüm mutsuzluğumu alıp götürdü. Oturmadan mutfağa girdi. Kendi kahvesini koydu. Sorun çıkarmadı. Kapris yapmadı. Ben ünlüyüm, benim binlerce hayranım var triplerine girmedi.

Evimdeki “home sinema” sisteminde sorun vardı. Yetkili servisi geldi, içinden çıkılamadı. Hakan’ım “Bayramda Ankara’dayım, gelip bir de ben bakayım” demişti.

Kumanda aletlerini aldı. Cihazları yerlerinden çıkardı. 5 dakikada sorunu tespit etti. 10 dakikada çözdü.

Kumanda aletindeki basmaya korkup hiç dokunmadığım düğmeleri nasıl kullanmam gerektiğini anlattı. “Bu düğmeler buradaysa bir işlevi var” dalgasını geçmedi.

Her şeyden ama her şeyden konuştuk. 10 dakika için gelmişti, saatlerce konuştuk. Hakan Gündüz bana bayram şekeri gibiydi.

Şanslıyım bazen, iyi ve özel insanlarla buluşunca hayatım…

AKLIMDA KALAN

İstanbul Bienali’nde sergilenen bir duvar saati: Akrepsiz, yelkovansız bir saat. Yalnızca saniyesi var. Rakamların yerlerinde ise “vos” (sen) yazıyor. Tüm zamanlar “sen”i gösteriyor. Her anımda “sen” varsın. Bienal eserlerini uçuk bulurum ama bayıldım bu saat fikrine. Sanat eserinden yola çıkıp alabildiğine materyalist düşünüyorum, insan sevgilisine bundan daha güzel bir hediye alamaz herhalde. Sonra. Zihnimde bir başka saat fikri beliriyor. Tam da bu saatin karşısında. O da aynı biçimde tasarlanmış. Ancak onun rakamlarında “ben” yazıyor. Çünkü birini tüm zamanlarınızı kaplayacak kadar sever, hayatın merkezi yaparsanız o da ister istemez “ben merkezli” olup çıkar. Böylece “ben” ve “sen” arasındaki mesafe açıldıkça açılır. Dolayısıyla birini çok sevmek onu kazanmayı içinde taşıdığı kadar kaybetmeyi de taşır. Karışık mı oldu biraz? Hayat da öyle değil mi zaten?