Nuran YILDIZ

NE SEÇEBİLECEĞİZ, NE DE BİZE SORACAKLAR…

----- 23.03.2012 - 14:30 -----

İki gün önce. Sabah. Evden çıkmadan gazetelere baktım. Uzun zamandan sonra ilk kez, (Nedim Şener ve Ahmet Şık’ın serbest bırakılması hariç) bir haberi okurken gülümsedim.

Van depremine okey oynarken yakalanan Yılmaz, saatler süren kurtarma çalışmaları sırasında, kendisini enkazdan çıkarmaya çalışan Mehmet Çağlayan’a “İki okeyim vardı” demiş. Çağlayan “söz” demiş, “Buradan çıkalım, seninle okey oynayacağız.”

Oynamışlar.

İnsanı hayata tutunduran tek şey: Bir başka insanın sıcağı.

Yüzüme konan o gülümsemeyle arabama bindim. İçi haftalardır temizlenmemişti, kendime söylendim. Radyosunda sorun çıktığı için de arabama kızarken...

Önümdeki aracı fark ettim. Cenaze arabasıydı. O önde, ben arkada yoğun trafikte ilerliyoruz. Yeşille yazılmış “cenaze aracı” yazısı gözüme giriyor. Yan şeritte ultra lüks bir BMW var. Yan koltuğumda ise simit kırıntıları.

Gülmeye başladım.

İçinde olduğum arabanın hiç önemi yoktu. Fiyatı, modeli, lüks mü, sıradan mı olduğu ya da kirli mi pis mi, radyosu çalıyor mu çalmıyor mu, önemsizdi.

Ölüm herkesi eşitliyor ya. Genç-yaşlı, çocuk-büyük, zengin-fakir, hasta-sağlıklı. Bir gün önce, sağlıklı yaşam için sauna ve spa’lardan çıkmayan bir dostuma “Son nefesini vermek üzere olan bir insanla sen ölüme aynı yakınlıktasın” dediğimi hatırladım.

Nasılsa hepimiz önümde ilerleyen “cenaze aracı”na binmeyecek miyiz? Hiç arabaya binmemiş olan da, Mercedes’ten inmeyen de. Sonu hep aynı arabada bitiyor filmin. Ve büyük olasılık biz onun içindeyken onun radyosundan ses çıkmayacak.

Ne markasını seçebileceğiz, ne de binip binmeyeceğimiz kararı bizim olacak…

Arzuladığımız şeyler de, kendimizi adadığımız şeyler de hayatın kendisi değil.

Çok mu karamsar? Değil. Yanımdan geçen bir öğrenci servis otobüsüne gözüm ilişiyor. Çocuklardan biri elindeki poğaçayı şoföre uzatıyordu. Paylaşmak! Hayatın kendisi…

GAMMAZLAMA GELENEĞİ

Türkiye Fair-play Platformu hiç “fair” değilmiş, gazetelere verdikleri ilandan anladık.

Türkiye’nin futbol çıkmazını UEFA Başkanı Platini’ye şikayet ediyorlar. “Sen kurtar” diyorlar.

Altında açık imzası, ismi olmayan her şikayet ve ihbar metni korkaklığın imzasını taşır.

O ilanı verenler de nihayetinde, hep birlikte Hükümetin kapısına gidip “Bize müdahale et” talebinde bulunan Kulüpler Birliği’nin bir parçası.

Bu gammazlama ruh hali ne Osmanlı saraylarında, ne Kurtuluş Savaşı sırasında bizi rahat bıraktı.

Bu ülkede bir gammazlama geleneği var mı? Bir satma geleneği? Alternatif tarihçiler yazmaya kalksa, bu konuda epeyce bir külliyat oluşmaz mı?

DARAL GELDİ

Yeşilçam’a bir dönem imzasını atan ünlülerin anılarından size daral gelmedi mi?

“Eskimiş ünlüleri ne yaparsınız?” deseler, yanıtı açık: “Medyaya maskara!”

Bir ara Perihan Savaş’ın her fırsatta İbrahim Tatlıses’ten yediği dayaklar anlatılıyordu. Sonra Necla Nazır’ın Ferdi Tayfur anıları geldi.

Şimdi de Fatma Girik “Yılmaz Güney beni takip ederdi” diyor.

Anlatılanlardan ne bir öykü ne bir felsefe çıkıyor. Belki de hepsinden daha çok anlatacak şeyleri olan Ahu Tuğba ise susuyor. İyi yapıyor.

AKLIMDA KALAN

“Yazmaması koşuluyla çalışan gazeteci”: Küçük bir gazetenin sahibiyle kahve içiyoruz. Bir köşe yazarını işten attığını söylüyor. Yazılarının içeriği rahatsız ediciymiş. “Yazık değil mi?” dedim, “yazılarının içeriği rahatsız ediyor diye bir köşe yazarı işten atılır mı?” Susmadım, devam ettim, “Ayıp bu, hangi vicdana sığar?” Susmadım, devam ettim “Böyle işte, patronun büyüğüyle küçüğü arasında hiç fark yok!” Susmadım, devam edecektim ki araya girdi, “Tamam ya” dedi, “zaten vicdanım izin vermedi yeniden işe aldım.” Sordum: “Yazıları daha mı az rahatsız edici şimdi?” Yanıtı “Artık yazı yazdırmıyorum ki” oldu, “yazmaması koşuluyla bir masa, bir sandalye verdim.” “Gazetecileri kaça ayırırsınız?” sorusuna yanıt ararken, “yazmaması koşuluyla çalışanlar” başlığını atlamayın derim.