Nuran YILDIZ

KİM ÇIKARDI TEPEMİZE BU ADAMLARI?!!

----- 10.09.2012 - 00:01 -----

Türkiye gündemi içimizi bu denli karartmadan önce, yaşama dair de yazardım. Hatırladım.

Adamın biri. Adı Hasan Araptarlı. Yakışıklı sayılır. Ayşe Arman’a hayalindeki kadının niteliklerini dökmüş: “Özgürlüğüne dokunmayacak, güzel, akıllı, entelektüel, hayatını zenginleştirecek, derin, işinde başarılı, sevecen, ailesine düşkün, kafası özgür, kendine güvenen, renkli, yanında kendini sürekli geliştirmek ihtiyacı duyuran.”

Hasan efendi, öyle bir kadın sana neden baksın? Sen kimsin? O kadına sen ne verebilirsin?

Bu tür adamların içi boş özgüvenleri beni hasta ediyor. Kim şişiriyor bunları?

Tipik edebiyatları, “Aradığım kadın kendi başına birey olmalı.” Kendi başına birey olan biri sana neden ihtiyaç duysun? Hem kendi başına birey, hem de senin kuyruğuna yapışık, yok öyle şey!

Tipik edebiyatları, “Bana nerdesin, kiminlesin demesin.” O niye? Sen ona sorup cevap alamadığında 30 saat surat asıyorsun ya. “Nerdesin” dese suç, demese ilgisiz kadın. Durumun dangalaklığına bakın.

Tipik edebiyatları, “Slav kadınlarla bizimkiler arasında fark var, onlar süper.” İyi de, Slav kadınını ev, aile, çocuk, koca evde tutamaz. Bizimkiler gibi kocam, çocuğum zerre tınlamaz, hayatını heba etmez. Canı istedi mi hepsinin üstüne sivri topuklarıyla basar gider. Dımdızlak ortada bırakır seni. Bankadaki parana el koymadıysa kârdasın.

Ama doğru, bizim şımarık hödüklere, kadında aradığı nitelikleri sıralama lüksünü, kendini bir halt sanma egosunu kim veriyor? Biz! Kadınlar!

KARARI ANNE VERMELİ!

Nevin. Tehdit edildi. Tecavüze uğradı. Hamile kaldı. Tecavüzcünün kafasını bedeninden ayırıp, dedikodusunu yapan kahvedekilerin önüne fırlattı.

İğrenç adamın kanlar içindeki kellesinin ilk şokunu atlatan kahvedekiler, sırtlarını dönüp okeye dönmeye devam ettiler.

Nevin. Kellesini bedeninden ayırıp fırlatacak kadar nefret ettiği adamdan 29 haftalık hamile.

Doğurmak istemiyor. Kim kabuslarını hatırlatacak olanı, kendi bedeninden yaratmak ister?

Devlet, yatak odalarımızın kapısını tutmuş bekliyor ya, “doğuracaksın” diyor, “biz bakarız.” Sanki baktığı çocuklar, başarıdan başarıya koşuyor.

Türkiye’nin en önemli kadın-doğum uzmanlarından Prof. Dr. Hakan Şatıroğlu’nu aradım.

29 haftalık bir bebeğin anne karnında ne kadar gelişmiş olduğunu soracak oldum. Hemen itiraz etti, “Yanlış yere bakıyorsun” dedi, “yanıt orada değil.”

Ekledi, “Bebek kaç haftalık olursa olsun, bir kadının anne olmaya karar verme hakkı var.”

İngiltere’de geçenlerde yaşanan bir olaya dikkat çekti. 20 haftalık hamile bir kadın, rahim ağzı kanseri. Ya annenin yaşaması için hamileliğine son verilecek, tedavi başlayacak. Ya da annenin kaybedilme riski göze alınıp doğum beklenecek. Anne doğurmaya karar verdi. Bebek doğdu, anne öldü. Karar annenindi.

Nevin “Bu bebek doğarsa kendimi öldürürüm” diyor. Hakan Şatıroğlu “Devletin önce onun yaşamasını güvence altına alma sorumluluğu var, yani doğmamış bebeğin değil, annenin haklarını dikkate almak zorunda” diyor.

“Yasa düzenleyici önce var olanın haklarını korur. Anne var. Bebek? O muhtemelen var. Devletin annenin varlığını yok sayma hakkı yok, olmamalı da. Nasıl inanç özgürlüğü var, anne olmak/olmamak özgürlüğü de var.”

Ya Nevin ya bebek ölecek. Bu kararı devlet denen denetleyici mi, toplum denen baskı aygıtı mı yoksa annenin kendisi mi verecek? Elbette ki anne vermeli.

Hakan durumun altını çiziyor: “Bırak 29 haftayı falan. 36 haftalık normal doğum anında bile, anne ya da bebek birini tercih etmek gerekiyorsa, kararı anne verir.”

KEÇİNİN SEVMEDİĞİ OT…

İstanbul’dan hazzetmiyorum ya, artık haftada bir İstanbul’da olacağım.

Okurlar soruyor, “İstanbul’la alıp veremediğin ne?”

Kentle bir derdim yok. Benim derdim, küçük bir azınlığın (medyada, iş dünyasında, sanatta, yeme içme işlerinde) standardı alabildiğine düşürmesi. Kendi düzeylerine indirip, dışarıdan bakan birilerinin gülüp geçeceği şeyleri abartarak alkışlamaları.

Paranın, medyanın, sosyal ve kültürel yaşamın standartlarını belirleme lüksüne sahip bir avuç insanın karısını, kocasını, sevgilisini takas edecek kadar içeri kapanık, dışarı korkak olmaları.

Kent güzel de, o güzellik standardı yerlerde sürünen azınlığın ayakları altında rezil oluyor. Yetmezmiş gibi, bu tipler bir de başkalarına standart dayatıyor, iyi mi!!

AKLIMDA KALAN

Sormam gereken bir soru: Diyelim ki, olağanüstü bir restoran keşfettiniz. Ortam düzgün. Mutfağı olağanüstü. Michelin yıldızı falan yanında halt etmiş. Çok özel balık pişirme teknikleri. Yedikçe yiyesiniz geliyor. Hiç oradan çıkmak istemiyorsunuz. Dışarıdaki tüm yemeklerinizi oraya yönlendiriyorsunuz. Yanınızdakilerden başkalarına tavsiye etmeme sözü alıyorsunuz. Yol geçen hanına dönmesin istiyorsunuz, ayakaltı olmasın. Açılalı çok olmamış. Çok bilen yok. Müşteri sayısı az. Şimdi soru: Bu kadar harika bir restoranı herkese metheder, orayı hareketlendirir misiniz yoksa kendinize ve dostlarınıza saklar, müşterisizlikten kapanma riskini de alır mısınız?