Nuran YILDIZ

YÜREĞİMİZE SU GİBİ SERPİLDİNİZ BARIŞ’LAR…

----- 17.09.2012 - 16:35 -----

14 Şubat 2011. Korkuların kol gezdiği sokaklarda, sabaha doğru kapıların dövüldüğü günlerde…

Soner’le birlikte Barış’ları alıp götürmüşlerdi. Neden bilmiyorduk. Onlar da bilmiyordu. Halâ kimse bilmiyor.

İki gün sonra. Şoku atlattıktan sonra 16 Şubat’ta, içimden geçenleri dökmüştüm bir bir “Son Kale” başlıklı yazımda.

Uzun aylar. Uzun günler geçti. Barış’ları bıraktılar. Soner halâ içerde. Düşünüyor derinlerinde bir yerinde zindanın. Havaya sitemler çiziyor olmalı gururlu gülümsemesiyle.

Barış’lar bırakılınca, kafesinden bırakılan güvercinler gibi. Yüreğime birazcık su serpilir gibi oldu. Düğümler çözülür gibi oldu boğazımda.

Barış’ları yazmak istedim bugün. Barış Pehlivan’ı. Onunla birlikte Barış Terkoğlu’nu. Başka hiçbir şey yazmasam da olur.

Barış Pehlivan. Ona gönderdiğim mail’ler öyle yanıtlarla dönerdi ki, kocaman bir adamı nasıl saklıyordu gencecik bedenin içinde şaşardım.

Tutuklanmadan önce yaptığımız son telefon konuşması, yarım bir cümle gibi duruyor. Açık bırakılmış bir parantez gibi…

Gözaltına alındıklarında “Son Kale”nin neferleri. “Başları öylesine dik ki sanırsınız göklere değecek” diye yazmıştım.

Devam etmiştim:

“Yüzlerindeki ifade aklımda öylece asılı duruyor. Çocuklarımıza bırakılacak miras gibi sanki.”

“Onlar gazetecilerin önünden geçip giderken (polislerin arasında), gazetecilerin zihinlerine unuttukları değerleri mıhlar gibiydiler…”

“Onlar. Gözaltına alınırken yalnızca habercilik yaptıkları için. Habercilik dışında her şeyi yapan fırsatçı gazetecilerin vicdanlarına yumruk gibi oturdular.”

“Kendileri olmaktan daha fazlasıydılar, daha da fazlası oldular şimdi…”

Özgürler şimdi (özgürlük her neyse). Sevinmeye bile utanıyoruz kırık camlar üzerinde geçerken günler…

Neden götürülmüşlerdi, halâ bilmiyor hiç kimse.

Barış Pehlivan. Uzun saçları vardı, polisler arasında götürülürken. Dışarı çıktığında kısacık saçlıydı sevdiklerinin göğsüne sokulan başı.

Barış’lar, aldığımız soluklar gibi içimize çektik sizi. Yanıtsız soruların ülkesinde… Kırık camlar üzerinde. Yüzümde parçaları henüz tamamlanmamış eksik bir gülümseme.

İKİ FOTOĞRAF. BİRİ YANLIŞ…

Fotoğrafın birinde. CNN canlı yayında. Neredeyse tüm ABD kanalları canlı yayında.

Libya’dan gelen dört cenaze. Hüzün ve acıdan donmuş sanki her şey ve herkes.

Kendi ülkesinden çok uzakta ölmüş dört insan için anma töreni. Önce Dışişleri Bakanı Clinton konuşuyor. Sonra Başkan Obama.

Clinton ve Obama’nın konuşmaları ağır milliyetçi tonda. Sakin ve alabildiğine şiirsel töreni özetleyen sözcükler: Vatan sevgisi. Vakar. Gurur. Onur. Aile. Umut. ABD Değerleri. Ulusal marş. ABD bayrağı. Arkadaşlık.

Ülkesinden uzak topraklarda ölen dört ABD’li için şükran sunumu tören, ABD’li olmayanların bile tüylerini diken diken ediyor.

Diğer fotoğraf. Uzakta değil, ülkesinin tam orta yerinde şehit düşen gencecik çocuklar. Her gün. Her gün. Kışla. Morg. Cami. Mezar. Arkalarından sinir bozucu, savuşturucu taziye mesajları. O kadar.

ABD’de üretilen bilmem kaç model I-phone’u dört gözle beklerken obur iştahımız. Onlar ulusal törenle, ulusal yaslarla yaşarken ulusal acıları, biz şehit ailelerinde tek tek yaşanan acıları onların evlerine hapsedip konserlere akan bir ülkeye dönüyoruz.

AKLIMDA KALAN

Yazar okumayı öğrenmek: Olmuyor. İhsan Oktay Anar’ın “Yedinci Gün”ü ne kadar zorlasam da ilerlemiyor. Ersin Tokgöz’ü arıyorum. İyi bir Anar okuru olduğu için. Neden sevemediğimin yanıtını arıyorum. “Adam medyatik değil, o yüzden de bana sempatik geliyordu. Acaba Habertürk’e verdiği saçma sapan röportajdan mı soğudum?” diyorum. “Alt okumaları var, yazdığı şeylerin simgesel ifadeleri…” diye devam edecek oluyor Ersin, “İyi de” diyorum “ben bir metin kaç türlü okunurun dersini veriyorum zaten. Dalga mı geçiyorsun, her kitabı çok satan bir adamın alt okumasını yapabilecek milyonlarca insan var da bu ülkede, ben mi başka ülkede yaşıyorum?” “Ben de buna şaşırıyorum ya zaten” diyor Ersin, “bizim derin anlamlar yüklediğimiz kitaplarının bu kadar çok satmasındaki çelişkiye şaşkınım.” Ya bizim ülke entelektüel derinliği olan bireylerden oluşuyor da haberimiz yok, ya da İhsan Oktay Anar da Elif Şafak, Orhan Pamuk gibi moda yazarlar kervanına dahil. Var mı başka açıklaması olan? Özetle, ben İhsan Oktay Anar dilini sevmedim. Ama kararlıyım kitabı bitireceğim. İnat ettim.