Nuran YILDIZ

“SEN DE BİZİMLE GELSENE…”

----- 10.01.2013 - 00:01 -----

Önümde bir mektup duruyor. Duru bir Türkçeyle. Pırıl pırıl bir zihinle. Kararlı bir duruş ve özgüvenle yazılmış.

Benim fakültemin, benim bölümümden bir yüksek lisans öğrencisi yazan: Ayhan Üstbaş. Sessizce bağırıyor.

Balyoz davasının “16 yıl ceza alan en küçük subayı” o.

Küçük isimler, büyük isimlerin gölgesinde kaldı askerlerin yargılandığı davalarda. Özgürlüğün büyüğü, küçüğü olmaz ki.

Bize ne oldu böyle? Her şeyin farkında, hiçbir şey yokmuş gibi yaşıyoruz.

Haksız tutuklandığını bildiğimiz insanlara rakamların genellemesiyle bakıyoruz.

3 general 20 yıl. 78 sanık 18 yıl. 214 sanık 16 yıl. 28 sanık 13 yıl 4 ay. 1 sanık 15 yıl. 69 sanık hakkında yakalama kararı.

Büyük rakam mı istiyorsunuz? Toplam 393 kişi, 5276 yıl 3 ay!

Rakamlara tutuklu kaldık ya dramları unutuyoruz. “Asker” etiketi altında, insanları unuttuğumuz gibi.

Ayhan’ın “Nuran Hocam” diye başlayıp, başına gelenleri anlattığı her satırında yutkunuyorum.

İğrenç ve aşağılık yalanlarla bizleri terörist ilan ettiler” diyor.

Kurgunun parçası”, “yıpratma, aşağılama, tasfiye amaçlı” diyor.

Flash bellekteki veriler için “Bu dijital verilerde bir imza, işaret olmadığı gibi, hiçbir yazıcıdan bir kere bile çıktıları alınmamış, nerede hazırlandıkları belli değil” diyor.

Ayrıca bunların benimle irtibatını sağlayacak bir tanık anlatımı, bir tespit, görüntü, bir iletişim kaydı da bulunmuyor” diyor.

Soruyor, hep soruyor: “Sizce artık ülkemde kim kendini güvende hissedebilir?

Seçimlerden önce 23 Ekim 2002’de hazırlanmış belgeyle, daha seçilmemiş ve kurulmamış Hükümeti cebren ıskat (devirme) suçu işlediği kanaatiyle 16 yıl verdiler Ayhan’a.

Fillerin tepişmesine baktık. Ayhan’ın Şubat 2013’te üç yaşını dolduracak kızını unuttuk.

Minik kızı babasının neden gelmediğini sorduğunda, annesinin yanıtı “Baban uzak işte” oluyormuş. Ziyaret bittiğinde minik çocuk “Sen de bizimle gelsene” diyormuş babasına. “Ona uzak işimin neden bitmediğini, onunla neden gidemediğimi açıklamaya çalışıyorum” diyor Ayhan.

“Sen de bizimle gelsene.”

Arkamızda bırakmak istemediğimiz insanların omzuna dokunan elimizdir bu cümle. Boğazım düğüm düğüm.

Suçsuzluğunu kanıtlamak istercesine açıklamalar yaptığı her cümlesinde canım yanıyor. Hak, hukuk, özgürlük sözcüklerini sık kullanan bizler, ona “Anlatma, biz yaşadıklarınızı biliyoruz” hissini verememişiz. Boğazım düğüm düğüm.

Ayhan Üstbaş yazmış. Fakültemin öğrencisi olduğu için yazmış. Onun sesini ancak buradan duyurabiliyorum, başka yerim de olanağım da yok. Bu yazıyı okuyan herkes, Ayhan’dan ve küçük kızından olabildiğince çok insanı lütfen haberdar etsinler. Lütfen…

İLLA BU!

Yukarıdaki mektubu okumadan az önce dünyanın en keyifli insanıydım oysa.

Elimde sıkı sıkı tuttuğum kitapla, hızlı hızlı eve doğru yürüyordum.

Eski, yıpranmış sayfalarını özenle okşayarak, sahafın tüm eskimiş kokularını biriktirmiş kitabımın kokusunu içime çeke çeke. Sabırsız.

Yıllardır aradığım o baskıyı vitrinde görünce, öyle bir “nasıl yani” diye bağırmışım ki, herkes dönüp bakmıştı.

İçeri dalıp, korka korka “Bu o mu?” deyivermiştim.

Yaşlı adam gözlüğünün üstünden bakıp “Alfred Müller ve Fridrih Şüller” (kitapta isimler böyle yazılı) dedi muzipçe. Duymak istediğim isimleri biliyordu!

Bir Çalgıcının Seyahati”

Aşık olduğum kitap. Bana okumayı sevdiren kitap. Çocukluğumun en keyifli sayfaları.

Mahallenin çocukları bir araya toplanır, birimiz okur diğerleri dinlerdi. Çok güldürürdü bizi Alfred’le Fridrih. Onlarla maceradan maceraya koşardık.

Kitap hem çabuk bitsin, hem hiç bitmesin isterdik.

Hazinemdi. Kaybettim. Çok aradım. Her yerde. Pek çok baskısını buldum ama benimki değildi.

Şimdi elimde. 1979 baskısı. (İlk baskısı 1907!!) Yazarsız. Mehmet Tevfik’in Almanca’dan çevirisi. (Kimilerine göre yazarı da Mehmet Tevfik, o yıllarda çeviri eserlere rağbet olduğundan çeviriymiş gibi yazdığı iddia edilir.)

Milyon kitap okudum. İlla bu. İlla bu. Yüzümde hazine bulmuşlara yakışır abuk bir gülümseme.

BEN OLSAM HAFTA SONU;

Umut Işığım” filmine giderim.
Robert De Niro için gidilir. Senaryosu için gidilir.

Karaoğlan” filmine gitmem.
Seslendirmesi için gidilmez. Kafalarındaki sevimli, zıpır Kartal Tibet’li Karaoğlan’la kıyaslayıp hüsrana uğraması muhtemel yaş grubu için sakın ha, gidilmez.

Medyum” filmine giderim.
Yine De Niro için gidilir. Yönetmeni için gidilir. Senaryosu için gidilir. Gerilmek için gidilir.

Yakın Tehdit” filmine gitmem.
Nicole Kidman için gidilebilecekken son yıllarda sıradan filmlerde oynayan Nicholos Cage için gidilmez. Senaryosu için gidilmez.

Cem Yılmaz” filmi için kafa karışık.
Sinemanın sahne büyüsünü bozacağı için gidilmez. Adam tükürse gülmekten öldüğümüz için gidilir.

Son söz, sinemaya kiminle gittiğiniz, izlediğiniz filmden alacağınız zevki belirler.

AKLIMDA KALAN

Bildiğim iki tür mesafe: Geçen hafta, İstanbul’da kalabalığa yaptığım konuşmada yeri geldi, dedim ki “Ben iki tür mesafe bilirim: Biri fren mesafesi, diğeri güven mesafesi.” Dinleyenlerden biri “Süper laf, hemen tweet’lemeliyim” demez mi? İtiraz ettim, “Lütfen yapmayın. Daral geldi (a)sosyal medya hırsızlarından. Yazılarımdan, konuşmalarımdan aldıkları sözleri kendilerininmiş gibi yayıyorlar.” Dün akşam politik hayatımızın very important person (çok önemli kişi) bir kişisiyle ve onun sevgili oğluyla yemek yiyorduk. Yine yeri gelip bu cümleyi sarfetmez miyim: “İki tür mesafe bilirim: Fren mesafesi ve güven mesafesi.” Politikacının sevgili oğlu hemen “Ben bu sözü tweet’lerim”, VIP kişi “Ben de retweet’lerim” demesin mi!! Masadaki biberi alıp ağzıma sürdüm, bir daha tweet’lik cümleler sarfetmeyeceğim. Twitter hastaları size söylüyorum, yukarıdaki sözün ve dolaştırdığınız başka bazı sözlerin patenti tarafıma aittir :)