Nuran YILDIZ

POLİSLER POLİSLERİN EVİNİ ARAMAYA GİTTİĞİNDE…

----- 24.07.2014 - 12:55 -----

Çok değil, daha bundan birkaç yıl önce.

Piyangonun kime vuracağını bilmeden. Her defasında herkese şaşırarak.

Sabaha karşı evlerin, terör hücresi muamelesiyle ablukaya alındığı günlerde.

Asker evleri. Gazeteci evleri. Onları tanımak dışında hiçbir şey olmayanların evleri.

Cemaatçi ve Hükümetçi olmayan birkaç gazete. “Polisler evinize geldiğinde ne yapmalısınız?” önerileri sıralıyordu.

Babam o listelerden birini kesip cebine koymuştu. Emekli bir öğretmenin kupürü saklamasının tek nedeni vardı, sadece benim babam olması.

Polisler odalara tek tek dalarken. Halkın emniyetinden sorumlu olması gereken polisler, halkın özgürlüğünü tehdit ederken.

Gazetelerden birinde. Şöyle bir ağlanası/gülünesi uyarı vardı: “Polisler evinizi aramaya geldiğinde önce siz onları arayın.”

Bulacakları şeyleri yanlarında getiriyorlardı. Öyleydi. Öyle olduğu da kanıtlandı sonradan.

Suçsuz yere tutuklanırken masumlar, hiç biri polisleri arayamadı. Ne telefonla yardım için, ne de onların üstlerini, bulmak için getirdikleri deliller için.

Polisler, polisleri evlerinden alıyor şimdi. Birbirlerinin üstlerini arayabilirler pekala.

Biz. Adalet arıyoruz. Hukuk gerçek anlamıyla işlesin istiyoruz.

Polislerle savcılar “işbirliği” yapmasın. Polislerle savcılar sadece hukuka dayalı görevlerini yapsınlar istiyoruz.

Artık hukuka, adalete güvenmek istiyoruz.

Ve ben. Özellikle.

Gözaltına alınan polisler. “Bir gün sıra onlara da gelecek” tehditi savurmadan önce. Savururken. Savurduktan sonra. Bir özeleştiri yapsınlar istiyorum.

“Keşke bunlar olmasaydı” desin istiyorum biri. Bir küçük pişmanlık.

Ve yine de.

Adalet adaletsizlikle sağlanamayacağından. Yanlış yanlışla düzeltilemeyeceğinden.

Ergenekon’da, Balyoz’da, casusluk davasında yapılan haksızlıkları, adaletsizlikleri yapanlar da adil yargılansınlar.

Cezalandırılan suçsuzların günahlarını, sadece gerçekten suçlular ödesin.

11 AĞUSTOS İTİBARİYLE HANGİ KÖŞE YAZARI, NE İŞ YAPACAK?

Ertuğrul Özkök, “Erdoğan’ı anlamak” üzerine yazılarından oluşan büyük bir külliyat sahibi olacak.

Ahmet Hakan, “Erdoğan’ın meziyetleri”ni sıralamaya başlayacak.

Fehmi Koru, Gül’e tercümanlık yapacak. Ne derken, ne demek istedi yazacak.

Yılmaz Özdil bildiği gibi devam edecek.

Abdülkadir Selvi, Köşk’ün ve Hükümetin “biline” dediğini yazacak, Özal döneminde Özkök’e ait olan koltuk kendisine kalacak.

Ayşe Arman, “inadına yaşamak” üzerine diziler yapacak.

Memduh Bayraktaroğlu, “Ben haklıydım” yazıları yazacak.

Mustafa Karaalioğlu, “Bu medya da olmadı, şuraya mı gitsem” kulisleri yapmaya, esas işine harcadığı zamandan daha çoğunu harcayacak.

Fatih Altaylı, “Müstehakız, müstehaksınız, müstehak” yazıları döşenecek.

HİÇ SAKINCASI YOK, FEHMİ KORU ÜZÜLEBİLİR

Fehmi Koru, “cemaat-hükümet çatışmasına ne kadar üzüldüğümü anlatamam” diye yazmış.

Cemaate emek veren insanların gayretlerinin cemaate sonradan eklenenlerin hataları nedeniyle heba olmasına üzülüyormuş.

“Üzülme Fehmi’ciğim” demeyeceğim.

“Fehmi Bey üzülmeyin” demeyeceğim.

“Fehmi Abi, yapma” da demem.

“Kardeşim Fehmi üzülecek ne var” hiç demem.

Üzülebilir. Eğer üzüldüğü şey, güçlülerin masumların emekleri, “artık değerleri” üzerinde yükselmesiyse. Üzüntüsü o zaman evrensel bir anlam taşıyabilir.

AKLIMDA KALAN

“Tanıdıkça seversin” edebiyatı: Ne zaman Ekmel Bey muhabbeti geçse yanında bir tane de “Tanıdıkça seveni artıyor” içerikli bir cümle de kuruluyor. “Tanıyanlar seviyor”, “Tanırsan seversin”, “Tanıyıp da sevmeyen ölsün” vs. Bu ifadeyi eski Türk filmlerinden anımsıyorum. Başroldeki kız, zorla zengin oğlanla/ağa çocuğuyla evlendirilmek istendiğinde, onu ikna için annesi ya da dadısı söylerdi, saçlarını okşayarak: “Tanıdıkça seversin yavrucuğum.” Başroldeki kız da itiraz ederdi: “Ama anne!!!” Şimdi mesele şu: önümüzde bir ömür yok ki, tanıdıkça sevelim. Şurada kaldı birkaç gün. “Tanıyacaksak tanıyalım, seveceksek sevelim” diyeceğim, damat bey durmadan mezarlık geziyor. O kabir senin, bu kabir benim ziyaretten tanımaya zaman kalmıyor. Acaba birilerinin kendisine, ölülerin oy hakkının olmadığını söylemesi, ya da geçmişin ruhunu çağırmanın “anı yaşa” günlerinde işe yaramayacağını söylemesi iyi olmaz mıydı ki…