Nuran YILDIZ

“EMPATİ KAYBI” ZALİMLEŞMEYE YOL AÇIYOR…

----- 05.09.2016 - 13:00 -----

Son yazımda, “Nihayet CHP ve cemaat ilişkisini irdeleyen birinin çıktığını” yazıp Soner Yalçın’ın bu konudaki yazılarına göndermede bulunmuştum.

Aldığım telefon ve e-postalardan ikisini çok önemsedim.

Diyorlardı ki, “Soner Yalçın’a destek veriyorsun, ya o da elinde kanıt olmadan yazıyorsa?”

Bu soru, benim Soner Yalçın’ın gazeteciliğini sorgulamama neden olmadı, kendisi nesli tükenmiş araştırmacı gazetecilerin son üç isminden biridir.

Ancak.

Bu soru, kendi bakış açımı ve yazma biçimimi sorgulamama neden oldu.

İçinden geçtiğimiz bu tür süreçler, sisli, beyaz ile siyahın, iyi ile kötünün, suçlu ile suçsuzun birbirine karıştığı süreçler.

İçinden geçtiğimiz bu tür süreçler, karakterlerimizin sınava girdiği, turnusol kağıdı görevi görebilirler.

Yine bu süreçlerde dostlar birbirine düşman olabilir, aynı tarafta yer alanlar ayrı düşebilir.

Genelde, pişman olmayacağım yazılar yazmaya çalışıyorum. Bunun, öyle iyi bir insan olmamla falan ilgisi de yok.

Çok uzun zamandır, bir tek mihenk noktasıyla hareket etmeye özen gösteriyorum: Öğrencilerime, o genç insanlara karşı duyduğum sorumluluk.

Onun dışında bir sorumluluk bilmem, çünkü bu yeterince ağır, yeterince yorucu bir iş.

Kızgınlıklarımı, öfkelerimi, hiddetimi, heyecanlarımı, duygularımı törpülüyor.

Ara sıra, oturduğu yerden yazan sorumsuz tiplerden, yeterince keskin, yeterince muhalif, yeterince saldırgan yazmadığıma dair suçlayıcı e-postalar alıyorum.

Çoğuna yanıt vermeye tenezzül etmiyorum, verdiklerime de “Lütfen beni okumayın. Ben de yazılarını sevmediğim yazarları okumuyorum” diyorum.

Zira. O okurların, her biri yaşları gereği en heyecanlı biçimde Türkçü, Kürtçü, sosyalist, komünist, gay, lezbien, feminist vs. genç kız ve erkeklerden oluşan “büyük çocuklara” karşı sorumluluk ne demek anlayacaklarını sanmıyorum.

Hoca sorumluluğu, (biraz eski kafa olduğumdan) sokakta sevgilimle öpüşmemi de engelliyor, nefret ettiğim biri hakkında yazarken küfretmemi de.

Buna rağmen. İçinden geçtiğimiz bu tür süreçlerde. Bin kere düşünecek hassasiyette olmamız lazım. Aksi halde, Ergenekon ve Balyoz süreçlerinde tanık olduğumuz, yara aldığımız hoyratlıkların için düşebiliriz.

İçinden geçtiğimiz bu tür süreçlerde, iyi sürücü olmak için sinirlerimizin frenine basabilmeliyiz. Kinci ve intikamcı duygulara teslim olamayız.

Yukarıda sözünü ettiğim telefon ve e-posta, kendimi yeniden sorgulamama neden oldu.

Üstüne bir de, Baron-Cohen’in “Kötülüğün Anatomisi”ne göz gezdirince, bu tür süreçlerde insanı (ya da devletleri) kötü yapan şeyin “empati eksikliği” olduğunu öğrenmiş oldum.

İnsanların diğer insanlara “nesneymişçesine” bakmasının sonucunda empati kaybının, onun neler hissedebileceğine dair yabancılaşma sonucunu doğurması, “zalimleşme”nin de yolunu açıyor.

İçinden geçtiğimiz bu tür süreçlerde, empati aşınması yaşanıyor. Daha kolay kötü ve zalim olunabiliyor.

Durdum ve kendimi ameliyat masasına yatırmaya, içimdeki empatinin eksilen kısımlarını onarıp yarayı kapatmaya karar verdim.

Tavsiye ederim. Rahat uyunuyor, tıpkı ameliyat sonrası narkoz etkisindeki uyku gibi.

Diyeceğim o ki, bu tür süreçlerde kendimizi, kavramlarımızı eskiye göre daha çok sorgulamaktan vazgeçemeyiz.

Sürecin karakterlerimizi ele geçirmesini, beynimizi istila etmesini önlemeye çaba gösterelim ki eleştirdiğimiz, çoğu zaman midemizi bulandıran insanlarla aynı çizgiye düşmeyelim.

HUKUK İÇİNDE

Hukuk içerisinde kalarak, kesinlikle CHP, FETÖ’cülerden arındırılmalı.

Hukuk içerisinde kalarak, suçun şahsiliği ilkesi gereğince eşlerin, çocukların mahrum bırakılması, zarar görmesi önlenmeli.

Hukuk içerisinde kalarak, zamanında verilen, bağışlanan ve haksız kazanca konu FETÖ varlıklarına el konulmalı.

Hukuk içerisinde kalarak, sadece düşündüğü gibi yazdığı için tutuklanan insanlarla, suça aracılık edenleri aynı kefeye koymamak lazım.

VAY ANASINI SAYIN SEYİRCİLER

Daha düne kadar Mustafa Kemal hakkında iyi bir cümle kurmaya acayip tırsılan bu ülkede.

Bugün, “Mustafa Kemal elit değil yetimdi” gibi en sıradan hatırlatmayı yapan İsmail Saymaz kahraman ilan ediliyor.

ALTAN VE ÇONGAR’IN YARGILANMASINA DAİR SORULAR

Kumpas iddialarının görüldüğü davada ilk kez hakim karşısına çıkarılan Ahmet Altan ve Yasemin Çongar’a bakarken saçma sapan sorular doluştu kafama;

Mesela, haklarında 50 yılın üzerinde hapis cezası istenen kişiler neden müstehzi bir ifadeyle güler?

Mesela, beden dilcilerin çevirisiyle Ahmet Altan, neden halâ “patron benim” tavrıyla bacaklarını iki yana açarak durur?

Mesela, küçük bir yazıdan tutuklu yargılanan gazetecilere rağmen bu kişileri tutuksuz yargılatan gerekçe ne olabilir?

Mesela, TSK’ya kurulan kumpasın baş mimarları arasında sayılan bu kişilerin yanında CHP’li vekil Sezgin Tanrıkulu ne iş arıyor olabilir?

Mesela, Ahmet Hakan gibi biri, daha birkaç ay önce kapıştığı Ahmet Altan’ın yargılanması konusunu neden görmezden gelir?

ABD SİYASETİ İLE ARAMIZDAKİ FARK

Obama onca bekleyişten sonra ağzından “Türkiye siyasi ve sivil bir deprem yaşadı” ifadesini çıkarınca dedim ki;

ABD’li siyasetçi esas konuya girmemek için kırk dereden su getirir, bizimki diyeceğini en başında der.

ABD’li siyasetçi konuşmaz yapar, bizimki yapmaz konuşur.

ABD’li siyasetçi zaten bilinen bir şeyi çok önemli bir laf edecekmiş edasıyla söyler, bizimki hiç bilinmeyen önemli bir şeyi, zaten herkes biliyormuş gibi söyler.

AKLIMDA KALAN

Sözcü’nün FETÖ’ye dahil edilmesi meselesi: Bodrum, Milas yakınlarında bir markete sabah vakti uğrarsanız karşılaşacağınız manzara şudur: Sözcü gazetesi kalmadığı için kızgın bir kalabalık ve onlara dert anlatmaya çalışan market görevlisi. Mesela benim babam, Sözcü kalmaz korkusuyla saatini sabahın erken saatine kurup daha market açılmadan kapısına dayanır. Gazete market kapısına bırakılmış ve market kapalıysa, gazetesini alır, parayı yanına bırakır. Başka pek çok kişi de aynısını yapar. Diyeceğim o ki, Sözcü parasız dağıtılarak, zorla abone edilerek tiraj rekoru kıran gazetelerden değildir. Sayfa sayısı Hürriyet’in yarısı kadar olduğu halde, Hürriyet’le aynı fiyata ve Hürriyet’le aynı sayıda satan bir gazetedir. Diyeceğim o ki, seversiniz sevmezsiniz, Sözcü “halkın gazetesi” algısına sahip olmuştur.