Nuran YILDIZ

Haberturk.com - Arşiv

Bir acayip memleket..

Normal işleyen pek fazla bir şeyimiz yok neredeyse. Siyasi süreç de bir tuhaf işliyor. Hayretler içinde bizi izleyen dünyanın geri kalanının kafa karışıklığını düşünebiliyor musunuz?
Konumuz günlerdir neydi? Başbakanla Doğan Grubu’nun (hani şu Aydın Doğan medyası olarak özetlenen) kavgası.
Peki neyin üzerinden çıkmıştı bu kavga? Deniz Feneri’nin ucunun Başbakana dokunup dokunmadığı üzerinden.
Normal bir ülkede süreç nasıl işlerdi? Medya yazar, muhalefet seslendirir, yolsuzluğa konu olan da hesap verirdi.
Bizde ne oldu?
Başbakanın çıkıp “Benimle ilgisi yok, servetimde ve parti gelirlerinde verilmeyecek hesabım da yok” demesi gerekirken…
Ana muhalefet partisi lideri çıkıp “verilmeyecek hesabım yok” demesin mi?
Ey okur, Türkiye’de yaşamasanız “Nasıl yani?” diyesiniz gelmez mi?
CHP lideri çıktı, hesap verdi. Baykal özellikle eşinin mal varlığını açıklarken öyle damardan girdi ki neredeyse göz yaşlarımı tutamayacaktım.
“30 yıl aynı evde yaşadık biz” dedi. Üzüldüm. Sonra annem ve babamın da 30 yıl aynı evde yaşadıklarını, bundan da pek mutlu olduklarını hatırlayıp üzüntümü saçma buldum.
“Harcama düzenimiz, zevklerimiz hiç değişmedi” dedi. Ağlamaklı oldum.
“Eşim kıdem tazminatıyla bir ev aldı, o evin de tamamını değil ancak yarısını alabildi” dedi.
Tam diğer yarısını kim aldı diye telaşlanacakken meğer kızı almış, rahatladım.
Amaaa…
“Benim ve ailemin kursağından bir tek haram lokma geçmemiştir” deyince o sırada yutmakta olduğum lokma boğazıma takılıp kalıverdi.
Bu konuşmayı bir yerden hatırlıyordum.
1952’de ABD’deki seçimlerde aday olan Nixon’ın kampanyasına gizli para aktarıldığı skandalı ortaya çıkınca (Ey, Türkiye duy!) Nixon televizyona çıkmıştı. Milyonlarca izleyicinin karşısında ağlayarak karısının devlet malı kumaştan yapılmış manto giydiğini, köpekleri Checkers’ı sevdiği gibi tüm köpekleri de sevdiğini anlatmıştı.
Bu konuşma retorik tarihinde “Checkers Söylevi” olarak bilinir.
Nixon’ın konuşmasıyla Baykal’ın konuşmasının benzerliği şaşırtıcıydı. Baykal’da bir köpeği eksik kalmıştı.
Daha şaşırtıcı olan ise orada yolsuzluktan suçlanan Nixon’dı. Burada Baykal değildi ki.
Bir acayip durum…
Hesap sorulan başka, hesap veren başka.
Başbakan siyasal iletişimde şovunu sürdürmeye devam ediyor. Kötü bir teoriysen ama iyi bir taktisyen. Olsa olsa buna şapka çıkarılır.

AKREDİTASYON MESELESİ

Genelkurmay Başkanı Org. İlker Başbuğ dün ve bugün medyanın yöneticileriyle değerlendirme toplantısı yapıyor.
İnsanlar da bana soruyor: “Tanklar ve Sözcükler kitabının yazarı olarak yeni Genelkurmay Başkanını az konuşan biri olarak analiz etmiştin, ne oldu?”
İnsaf. Başımıza ne geldiyse bu peşin hükümlülükten geliyor. Daha görevine yeni başlamış bir komutan. Önce bakış açısını, iş yapış biçimini anlatacak ki boşluktan yararlanan olmasın.
Ben yine aynı analize sahip çıkıyorum. Diyorum ki Org. Başbuğ’un bugünlerde söylediklerine dikkat edilmeli ki yarın susar ya da konuşursa nedeni doğru anlaşılsın.
Gelelim akreditasyon konusuna.
Medyamız doğruyu yamultmakta usta olduğundan sanki akreditasyon uygulaması bir TSK’da var gibi sunuyor.
Oysa akreditasyon (kabul etme) her ülkede ve ciddiyet düzeyine göre her kurumda işleyen bir durum. Bırakın ciddi kurumları, kişisel düzeyde herkesin de bir akreditasyon uygulaması vardır.
Kendisinizi düşünün. Öyle her isteyenle görüşür, her telefona çıkar mısınız? Hele bir de kötü niyetli olduğunu bildiğiniz biriyle bunu yapar mısınız?
Org. Başbuğ’un toplantıda akreditasyonla ilgili söyledikleri önemli. “Bu konudaki kriterimiz basın meslek ilkeleridir” diyor. Akredite olmayan kurumlara duyurulur.
İki önemli kriteri ise nedense söylemiyor: Bölücü yayınlar yapanlar ve irticaya destek verenler çizgilerini değiştirmedikçe akredite olamazlar. Akredite olanlar da TSK ile ilgili konularda basın meslek ilkelerinin ve bu iki kriterin dışına çıkarlarsa durum yeniden değişebilir.
O nedenle “akreditasyon genişleyebilir de, daralabilir de” diyor. İşte size katı kuralları olan bir Kurumdan esnek bir yaklaşım.

AKLIMDA KALAN
Anayasa Mahkemesi’nde savunma yapan Ahmet Türk’ün sözleri: Mahkeme üyelerinin sözlü savunma sırasında kendilerine soru sorulmamasını değerlendiren Ahmet Türk “Sanırım gözlerinde ölümcül hastayız ki soru bile sormadılar” demiş. Ahmet Türk bende hep “DTP ve türevlerinde acep ne işi ola ki?” hissi uyandıran bir siyasetçi. Bence değerlendirmesi yanlış. Çünkü kendisinden umut kesilmiş ölümcül hastaya mutlaka bir şey sorarlar, en azından son isteğinin ne olduğunu. Üyelerin soru sormamalarının nedeni olsa olsa “hep aynı hikaye” ruh hali olabilir..

(Haberturk.com 17.09.2008)