Nuran YILDIZ

Haberturk.com - Arşiv

"Özgürlük" bireye değil, bireylere ait bir kavramdır!

“Mustafa” filmini eleştiren yazım üzerine yağan e-postalarını görünce rahatsız oldum. Benim gibi düşünenler çoktu. Fikrime katılanların sayısının arttığı her durumda gururum okşanmıyor aksine, huzurum kaçıyor. Acaba eleştirirken “ifade özgürlüğü” kavramını gözardı etmiş olabilir miydim?

Elbette herkes istediği gibi düşünebilir ve bunu dilediği gibi ifade edebilir. Sorun da oradan çıkıyor zaten. “Dilediği gibi ifade”nin sınırı neresidir? Birey dilediği gibi ifade ederken topluma zarar verme keyfiliğine de sahip midir?

İfade özgürlüğüyle ilgili bu sorunun yanıtı bizi sorumluluk kavramına götürüyor. Sorumluluk insanı diğer canlılardan ayıran etik bir kavram.

Bir film “belgesel” iddiasını taşıyorsa, belgeselcinin çok düşünmesi gerekir. Sonuçta belgesel yapmak “imalat sanayinin bir kolu” değildir. Bir de belgeselci kariyerini “Sarı Zeybek” üzerine inşa etmiş biriyse daha çok düşünmelidir. Aksi halde kendi imajı riske girer, şimdi olduğu gibi.

“Biz belgeseli severiz belgeselcisinden ötürü” anlayışına sahip bir milletiz nihayetinde. Onun için de izleyenler kendilerini aldatılmış, oyuna getirilmiş hissediyorlar. Çoğu e-postada aynı kafa karışıklığı var: “Hangi adam gerçek, Sarı Zeybek’i yapan mı, bu filmi yapan mı?”

“İkisi de aynı kapıya çıkar, ikisinin de hareket noktası toplumsal sorumluluk değil, ticari kaygı, o gün o değerliydi, bugün bu” deseniz hayal kırıklıkları derinleşir. “Amcacığım vatan, millet, Sakarya geride kaldı, vatan, millet kaç para günleri geldi çattı” deseniz siz kötü olursunuz. Kaldı ki her şeyin kendi anlamı dışında bir meta değeri taşıdığı zamanda, belgeselciyi ticaret yapıyor diye suçlamak da abes.

Yine de “Atatürk’ü insan yanıyla da tanıtalım istedik” cümlesi iyi niyetli olsa bile, toplumsal sorumluluktan uzak. Dünya görülmemiş bir ekonomik krize giriyor, ülkede bölücü terör başa bela, sanki tek eksiğimiz Mustafa Kemal’i tartışmaya açmaktı.

Entelektüellerin, zor dönemden geçerken toplumu bir arada tutan değerlere daha hassas yaklaşması gerekmez mi? Bu ülkenin kurucusu ve O’nun ilkeleri bu toplumu bir arada tutan, toplumsal bilinci yaşatan en önemli değer değil mi? Hasan Bülend Kahraman’ın yazdığı gibi “O’nun birleştirici niteliklerini yazmaya eleştiriye açmaktan daha çok ihtiyaç var. O’nun kişilik özellikleri tarihsel gerçekliğini etkilemez ama bizim toplumsal bilincimizin oluşumu bakımından önemlidir.”

Toplumsal bilinci çöpe atmak gerektiğini savunan neo-liberal kesim, hep örnek gösterdikleri Batı ülkelerini iyi anlamalı. Batının yaptığı en önemli şey ülke sınırları içinde toplumsal bilincin araçlarını yaratmak ve o araçlarla toplumsal bilinci üretmektir.

Bizde ise “özgürlük” az gelişmiş ülkelere dayatıldığı gibi toplumsal değerleri imha etme aracı olarak işliyor bir süredir. Oysa “özgürlük” bireye ait bir kavram değildir, bireylere ait bir kavramdır. Özgürlük ancak bir toplum içerisinde anlamlı olabilir. Özgürlüğü yaşamak için mutlaka topluma, toplum için de toplumsal bilince gereksinim vardır.

KİME ÖN ADIYLA SESLENİRSİNİZ?

Tartışmalı filmi izleyenler “hayal kırıklığına uğradım” diyorlar. Böyle bir film beklemiyorlarmış. Bunu sokaktaki adam söylese anlarım ama söyleyenler iyi eğitimli insanlar.

Onları anlamam zor. Filmin adı zaten sinemada sizi neyin beklediğini ortaya koyuyor.

Bizim kültürümüzde kime ön adıyla seslenilir hiç düşünmez misiniz? Düşünmeseniz bile, evinizin içine bakın yeter. Sizden küçüklere ve eşitlerinize adıyla seslenirsiniz. Sizden büyüklere ise abi, amca, baba vs. demez misiniz? Bu “kültürel bir etiketleme”dir.

Hatırlarsınız Başbakan Erdoğan, 2002 seçimlerinden önce, büyük medya tarafından siyasetten dışlanmak amacıyla, küçümsenerek “Tayyip” adıyla anılırdı. İktidarla “Erdoğan” oldu.

Bu ülkede bırakın bu ülkenin kurucusunu, hiçbir siyasetçiye ön adıyla seslenilmez. Ön adı kullanılacaksa mutlaka “bey”, “paşa”, “efendi” hitapları adın sonuna eklenir.

“Ben oğluma ‘bey’ demezsem başkalarının gözünde de ‘bey’ olmaz” sözü atalarımızdan miras ve bu durumu da güzel anlatır.

İşte o yüzden filmin adı kendi başına ideolojik bir ifadedir. Bu kültürde saygı duyduğunuz birine ön adıyla seslenmek ayıp sayılır. Saygı duymuyorsanız o ayrı tabii.

TURKCELL’İN MEDYA PLANLAMASI

Fatih Altaylı’nın Turkcell’in Doğan Grubu’na reklam vermemesiyle ilgili önceki yazısını okuyunca aklıma geçen yılki “İmaj Yönetimi” dersi geldi.

Derste konu medya planlamasıydı. Dersi anlatırken Turkcell’in, Doğan Grubu gazete ve televizyonlarına reklam vermediğini söyledim. Cümlem bitince sınıftan itirazlar yükseldi: “Hocam yanlış biliyorsunuz, Doğan Grubu medyasında Turkcell reklamları var.”

Yanıldıklarını söyledim. Yanılmadıklarında ısrar ettiler. Sonra düştü içime bir şüphe. Acaba Turkcell karar değiştirdi de ben mi atladım?

“Peki” dedim, “haftaya bu konuyu araştırıp geliyoruz.”

Araştırdık. Turkcell Doğan’a reklam vermiyordu. Ben haklıydım, öğrencilerimse şaşkın ve mahcup. O kadar eminlerdi ki Doğan Grubu’nda Turkcell gördüklerinden.

Medya planlama şirketleri ürün-müşteri-iletişim kanalı üzerine kafa yormaya gerek görmeden reklamverenin önüne en çok satan gazeteyi, en çok izlenen programları koyuveriyorlar. İşin kolayı bu.

Oysa Turkcell, Türkiye’nin en büyük medya grubuna reklam vermediği halde medya planlamasını ve bütçelemesini o kadar başarılı yapıyor ki herkes her yerde gördüğünü sanıyor.

YILMAZ ÖZDİL’İN İMAJINA TERS BİR CÜMLE

Hafta sonu Ayşe Arman’ın Yılmaz Özdil’le yaptığı söyleşiyi okudum. Söyleşi Arman’ı epeyce germiş, belliydi.

Bir yerde Özdil diyor ki “Kadınlar arasındaki haksız rekabeti yaratan, bizzat kadınlar.” Sonra eklemiş “Namusuyla ayakta durmaya çalışan kadınların en büyük rakibi şıllıklar. Oturduğu koltuğu yatağına borçlu çok kadın var.”

Özdil kadınlara iğneyi batırırken çuvaldızı erkeklere batırmayı ihmal etmiş. Koltuğu yatağına borçlu kadınlara o koltuğu veren de iradesiz erkekler nihayetinde.

Konunun bu kısmını da hatırlatmak, eşine sadakatiyle gurur duyduğu belli olan Özdil’in imajına yakışmaz mıydı en çok?

TEVFİK DİKER’E YANIT

Siyasette yaratıcı fikirleriyle hatırladığımız sayın Tevfik Diker gönderdiği e-postasında haberturk.com’da kadın yazarlarla erkek yazarlar arasında sayısal bir denkliğin olmadığını belirtmiş. Bu duruma üzülmüş mü, sevinmiş mi anlamadım.

Kendisine hemen belirtmek lazım, sütun komşum erkekler alınmasın ama bizde bir kadın birkaç erkeğe bedeldir:)

AKLIMDA KALAN

Picasso hakkında içimi rahatlatan bir bilgi: Resimden anlamam. O nedenle ne kadar okusam, ne kadar hayranlarından, uzmanlarından dinlesem de Picasso’nun resimlerini değerli yapan şeyin ne olduğunu anlamakta güçlük çekerim. Aşağılamanız, dudak bükmeniz gerekmez, bu benim eksikliğim olabilir, kabul ediyorum. İki gün önce baş ağrılarıyla ilgili bir haber okudum. Meğer Picasso’nun migreni varmış. Resimlerindeki kayık yüz parçaları migrenlilerin gördüklerine benziyormuş. Bu bilgi içimi rahatlattı. Çünkü o resimlerin sağlıklı bir insana (ne kadar yaratıcılıkla açıklanırsa açıklansın) ait olabileceğine hiç inanmamıştım.

(Haberturk.com 03.11.2008)