Nuran YILDIZ

Sabah Gazetesi - Arşiv

Yılmaz-Mumcu ve kötü bir senaryo

Okuduk. Mesut Yılmaz bir gazeteciyle konuşurken Erkan Mumcu aramış. Yılmaz da arayanın adını gazeteciye göstererek red tuşuna basıvermiş. Mumcu, arayanın kendisi olmadığını açıkladı. Haberi yazan gazeteciyi iyi tanırım, o da görmediğini yazmaz.
Bu durumda aklıma bazı sorular takıldı: Mumcu arasının gergin olduğu Yılmaz'ı neden arasın? Bu arama neden gazetecinin ziyaretine rastlasın?
Sağı birleştirme adına iyi niyet beyanatları veren Yılmaz, 'red' tuşuna basarken neden gazeteciye gösterip şov yapmak istesin?
ABD Başkanı'nı skandaldan kurtarmak için senaryolar üreten Hollywood yapımcısını anlatan Başkan'ın Adamları filmini ezberlemiş biri olarak kafam karıştı. Hayal gücümü çalıştırıp ben de bir senaryo yazdım: Önce herhangi bir telefon numarası Yılmaz'ın telefonuna Mumcu adıyla kaydedilir. Mumcu'ya ve Yılmaz'a yakınlığı bilinen bir gazeteci eve çağrılır. Sonra, Mumcu adına kayıtlı telefondan Yılmaz aranır. Gazeteciye arayan gösterilir ve telefonun red tuşuna basılır. Gazeteci de yazar. Ne senaryo ama...
Film izlemek demek ki bana iyi gelmiyor.
İyi de Yılmaz bu senaryoda neden oynasın? Mumcu'yu yıpratmak, partiyi kendine muhtaç etmek için mi? Yoksa, Mumcu'nun ANAP'a zarar verenleri reddinin rövanşını almak mı amaç?
Peki senaryoda kaybeden rolü kimin? Bir genel başkanın telefonuna red tuşuna basarak yanıt vermek sağda birleşmeye katkı sağlar mı? Son seçimlerde Yılmaz için red tuşuna basan seçmen, bu tavırdaki gizli yıkıcılığı fark etmez mi? Senaryonun acemi yazarı, 3 Kasım öncesindeki senaryoların boşa çıktığını unutacak kadar bu ülkeden uzakta, mesela Hollywood'da mı yaşıyor? Soru çok...
Yılmaz'ın son günlerde çizdiği olumlu profil bu olaydan ciddi zarar gördü. Mumcu'ya düşen ise, kendisine yazılan repliklerden uzak durmak ve çevresindeki düşünmeden konuşanları susturmak.

TOBB için Türkiye'yi tanıtma fırsatı

Bugün İstanbul'da, Türk ve Yunan heyetlerinin katıldığı bir belgesel gösterimi var: Kurtuluş Vapuru.
Yıl 1942. Yunanistan'a ambargo var. Kıtlık içindeki ülkenin insanlarını kurtarmak için Türkiye gıda yardımı yapıyor. Kendisi karneyle ekmek kuyruklarına giren yoksul Türkiye'den Yunanistan'a gıda yardımı... Çok değil, neredeyse 20 yıl önce kendi topraklarına saldıran Yunanistan'a hem de... Yardım götüren Kurtuluş Vapuru beşinci seferinde Marmara açıklarında batıyor. O günleri hatırlayanlar "Kurtuluş'un getirdiği gıdalar olmasaydı çoğumuz yaşamıyorduk bugün" diyorlar.
Erhan Cerrahoğlu yapımı belgeselin gösteriminde İbrahim Çağlar'ın katkısı büyük. İTO'nun bu gösterimi desteklemesini Çağlar'ın sağladığını biliyorum.
İbrahim Çağlar aynı zamanda TOBB'un yönetim kurulu üyesi.
TOBB, Türkiye'yi tanıtmak için özensiz etkinliklere destek vermek yerine, ev sahipliğini yapacağı Akdeniz Ticaret Odaları toplantısında Kurtuluş'u gösterse müthiş olmaz mı? TOBB bu belgeseli o toplantıda konuklarına göstermeli. CD'lerini hediye olarak vermeli. Türkiye'nin tanıtımı bundan daha anlamlı şekilde yapılabilir mi?

Az gelişmiş ülke psikolojisi

Basketbol Milli Takımı dünya altıncısı oldu diye sevindirik olduk. Başbakan basketbol takımını ağırlıyor, medya sevinç çığlıkları atıyor. THY abartıyla işin içine giriyor. Bir tuhaf durum... Ben neyi atlıyorum diye bu sevinç öbeğine boş boş bakıyorum.
Bu sevinç bana 8 gol yediğimiz zamanlarda az farklı yenilgilere sevindiğimiz gariban günlerimizi anımsatıyor. Bu ülkenin spor vizyonu nerede kayboldu? Ne oldu bizim dünya takımı olma hayallerimize, ne oldu da altıncılığa bayram eder olduk? Bu nasıl bir az gelişmiş ülke psikolojisi? Bizi bu psikolojiye kimler soktu?

Çocuğumu nereye götürüyorsunuz?!!"

"Çocuğumu nereye götürüyorsunuz?!!" diye bağırıyor bir anne Atv Haber'de. Telaşlı, panik içinde, korkmuş. Çığlık çığlığa sesi günlerdir kulaklarımda. Kocaman sırt çantasının altında ezilmiş küçücük bedeniyle kalabalıkları yarıyor, oğlu nereye götürülüyorsa oraya gitmek istiyor.
"Çocuğumu nereye götürüyorsunuz?" diye sorduğu kişilerse polisler. Oğlu İzmir'de, Lübnan'a asker gönderilmesini protesto eden dört gençten biri. Polis gözaltına alıyor. Oğlunun bindirildiği minibüse kendini atmak için o yaşlı, çelimsiz bedeniyle çığlık çığlığa kalabalıkları yarıyor. Oğlunun 'Emniyet'te, emniyette olacağına inanmıyor. Tam tersine Emniyet'te oğlunun başına bir şey geleceğinden korkuyor. Bu korku bize bırakılan en ürkütücü miras. Bu korkutucu imaj da mirasın polislere kalan kısmı.
İçişleri Bakanı da Emniyet Genel Müdürü de annelerin zihnindeki polis imajı üzerine derinlemesine düşünmeli. Emniyet Genel Müdürlüğü bu konuda çok çalışıyor biliyorum ama demek ki yetmiyor. Polis, imajının halkı korkutarak değil, güvenlerini kazanarak düzeleceğini bilmeli. Emniyet'in hizmet içi eğitimleri bu annenin çığlığını dinleyerek başlamalı.

Aklımda kalan

* Tezkere konusunda Başbakan'ın kamuoyu yoklamalarını dikkate almaması. Attığı her adımda kamuoyu araştırmalarına bakan Başbakan, tezkerede bunu yapmadı. yüzde 1'lik dilimleri bile dikkate alırken, yüzde 70'e yüzde 30'luk farkı görmezden geldi.
Başbakan'ın tavrını, siyasetin, sosyoloji ve diplomasi bilmeyi, sağduyuyu gerektiren bir iş olduğu şeklinde açıklayanlar oldu. Peki Başbakan birden bire mi sağduyulu ve yüksek bilgili lider oldu? Sanmam. Başbakan kendisinin karar verici olduğu konularda yine araştırmalara bakıyordur.
Ancak karar başka dengelerle belirleniyorsa araştırmalar önemini yitirir.
Yine de hatırlatalım: araştırmaları dikkate almamak dikiz aynasız araba kullanmaya benzer; kaza riski fazladır.
* Adnan Polat'ın 'başarısız olursanız canınıza okurum' demesi. Her zaman Galatasaray'ın esas başkanı gibi konuşan Polat, yönetime ve GS kamuoyuna rağmen Okan'ı almayı başardıysa, takımın canına da okur mu okur.

(Sabah Gazetesi 10.09.2006)